Kaf Dağı’ndan Geldi Yaz
Nice güzelliklerle geldi yaz.
Ne güzel şey hissetmek ve hissettiğinin farkına varmak!
Neden yaz beni sert rüzgârlara tutulmuş uçurtma kılıp ta uzaklara, çocukluğuma götürür? Neden yazla beraber oruçlu ağızlarla serin cami şadırvanlarına, bir ikindi vakti atıverir beni? Hâlâ ayrımına varamam çocukluğum mu güzeldi, çocukluğumun yazları mı?
Yoo hayır sadece çocukluğa hasretmek yazı, yanlış. İşte ter ü tazeler olarak yazlarımıza zerk edilen gurbet havası ve uzaklardan uzaklara sallanan eller, mahzun yüzler ve “bu kalp seni unutur mu” terennümleri…
Yaz, ne tatil ne adı sanı konulamayan eğlence benim için. Tek bir kelime ile ifade etmek gerekirse müthiş ve mübarek bir dinginlik. Arkası huzur, arkası yıkanan balkonlardan ayaklara, yüreklere taşan serinlik.
Sabahın ilk ışıkları ile ensemizi karalara bağlayan yaz güneşi, öğleye doğru alnımızdan teri koparıverip taa ikindi sonralarına kadar sarsar, yakar, kavurur bizi. Yazıda yabanda ne çaredir kaçıp kurtulmak güneşten. Lakin usul usul gelen akşamla, nazlı nazlı gelen gurup ile günün sıkıntıları birden dağılır; sanki güneş, gün boyu verdiği acının eczasını yüreğimize sararak sırra kadem basar.
Yaz, huzur olduğu kadar kanaat ve müphemlik de katar tenimize. Bir çeşme başından yahut bir kaynaktan avuca doldurulup besmele ile yudumlanan su, azizliğini ta damarlarımıza kadar savururken bir gül goncasının ateşini anlamamızı sağlar.
Bir de yaz yağmurları vardır.
Hava ısındıkça ısınır, bunaldıkça bunalır. Öylesine sıkkın bir hava vardır ki henüz gökyüzü masmavi, ağaçlar sükûn içerinde iken hissedersin yağmuru. Çok geçmeden önce yeli sonra seli ile geliverir yağmur. Yağmur Orta Anadolu’da bir başka berekettir doğrusu.
Ve yağmur sonrası…
O koku… o tarifi ve izahı olmayan şerhlerin utandığı o koku… Gülde saklı kalmış son damla toprağa düşerken hanımelinin salınması ile birleşerek reyhanı iştiyaka getirmesi, henüz şairlerin yazamadığı mısraların güzelliğiyledir.
Bir türlü olmaz akşam. Güneş ısrarla tutunur ve bizi de tutar. Anneler mutfaklarda yazın bereketi, Allah ne verdiyse yemek hazırlığındadır. Çocuklar, yaza doymayan çocuklar ısrarlı ve biraz da sitemli seslenme ile çağrılır evlere. Her çocuk için küskünlüktür bu çağırış. Oyun bitmez, dışarısı bitmez, haylazlık bitmez. Kir pas içerisinde elleri yüzleri serin sularla çabucak yıkanıp dirseklere değmeyen su ile desen desen baba yoluna bakarlar.
Artık kimin mekânı geniş ise bahçeye yahut balkona ama illa gümüş gibi yunup yıkanmış yerlere sofralar serilir. Balkonu, bahçesi, sığınacağı bir ağaç altı olmayanlar ise yüreklerini geniş bir mekan kılıp yaz muhabbetlerine dalarlar.
Yıldızlardan yorganlar altında evin damında yatmanın saati gelir sonra. Şehirlerde yıldızlar görülmüyor. Çocukluğumda görülürdü. Ne acı!.. Uzak yakın, parlak mat nice nice yıldızlar. Yıldızlara bakarak görülürdü rüyalar. Yıldızlar, masal fısıldardı kulağımıza. Büyüdük. Çocukluğumuz, bakir bir hatıra olarak şimdi Kaf dağının ardında durmaktadır.
Sen göğe bak bir ucundan
Bir baksam ah ne bol yıldızlı gece bu
Bütün ağırlığım yok oldu
Ben baksam
Yorgunluğun yerini tazelik alır
Yavaşça ıslanan uyku
Rüzgar gider uyanık bırakır
Ne gece sıtması ne ağırlıklarım
Ne ayaklarımın taşımaz olduğu (Sınırlar – Ebu Bekir Eroğlu)
Hiç yorum yok