Acâibü’l-Letâif
Türk edebiyatında seyahatname türüne örnek olabilecek ilk eser Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ın Acâibü’l-Letâif’idir. Bu eser aynı zamanda bir sefaretname olarak da tanınır ve Hıtay Sefaretnamesi adıyla anılır. 1422’de tamamlanan eserde Hoca Gıyaseddin, Timur’un oğlu Mirza Şahruh’un Çin imparatoruna gönderdiği elçilik heyetinin Herat’tan başlayan ve üç yıl devam eden yolculuğunu anlatır. Farsça kaleme alınan bu eser daha sonra Türkçeye çevrilmiştir.
İlk seyahatname Çin'le ilgili olmuş. Fakat ismi "Çin Sefaretnamesi" değil de, "Hıtay Sefaretnamesi".
Neden Hıtay?
Tarih sürecinde Çin yerine sık sık bu sözcüğün kullanıldığını görüyoruz. "Divan-ı Lügat'it Türk"te de, Kuzey Çin'den "Kitay" veya "Hitay Sin" diye söz ediliyor.
Bu ismin kaynağı, Kuzey Çin'de bir kabile olan Kitanlar… 10. yüzyılda Beijing'e yerleşip Liao hanedanı yönetiminde bir beylik kurmuşlar. Çin kaynaklarının çoğu bu hanedanı Çinli sayıyor. Liao beyliği, 1125'de Jin beyliği tarafından yıkılmış. Bir grup batıya kaçmış ve "Kara Hıtay" devletini kurup Orta Asya'ya egemen olmuş.
Hoca Gıyaseddin Çin'e gittiğinde, Kitanlar çoktan ortadan kalkmıştı. Yönetimde Ming hanedanı vardı. Ama "Hıtay" veya uyarlamaları, kimi dillerde Çin'in adı olarak kaldı. Hatta bazı ülkelerde yakın zamana kadar Çin'e "Kitay" deniyordu. Ruslar Çin'i hâlâ "Kitay" olarak adlandırıyor.
Hıtay Sefaretnamesi şu sunuş cümleleriyle başlıyor:
"1419 yılının Kasımında Mirza Şahruh sultanın Hıtay İmparatoru'na gönderdiği elçilerle birlikte Baysungur Mirza'nın elçisi Hoca Gıyaseddin Nakkaş, arkadaşları ile 2 yıl 10 ay 5 gün dolunca Hıtay'dan dönerek saltanat merkezi Herat'a vardılar. Burada Hıtay İmparatoru'nun mektubu ile hediyelerini teslim ettiler.
Hoca Gıyaseddin, Herat'tan yola çıktığı günden, döndüğü güne kadar her ne gördüyse günü gününe kaydetmiştir. Kendisi inanılır bir kimse olduğundan garaz ve taassuptan uzak olan hikâyesi kaydolunduğu gibi alınıp yazıldı…*"
Hoca Gıyaseddin, sefaretnamenin "30 Kasımda sabaha doğru Hanbalık şehrinin kapısına varıldı" diye başlayan bölümünden sonra şehrin, sarayın, imparatorun ihtişamından, gördüğü her türlü zenginlikten söz etmiş:
"Saray kapısının iki yanında duran beşer filin hortumları arasından geçip içeriye girildi. Henüz ortalık aydınlanmamış olduğu halde buraya yüz bine yakın adam toplanmıştı. Bu kapının içerisinde büyük bir meydan vardı. Bu meydanın sona erdiği yerde otuz arşın tutarında bir temel üzerine kurulmuş ellişer arşın boyundaki direkler üzerinde büyük bir bina, bu binada üstünde uzunluğu altmış ve eni kırk arşın büyüklüğünde bir oda yapılmıştı. Bu köşkün üzerinde iki adam, İmparatorun çıkıp tahta oturmasını bekler bir vaziyette duruyordu. Kapının sağ ve soluna davul ve gong koymuşlardı. Bu yerde üç kapı vardı. Ortadaki büyük, yanlardaki ise küçüktü. Ortadaki kapıdan yalnız imparator geçerdi. Yukarıda sözü geçen meydanda kadın ve erkek olmak üzere üç yüz bin kişi toplanmıştı. Bunların iki bin kadarı muganni olup hem saz çalar, hem de okurlardı. Hıtay usulü ve lisaniyla imparatora dua ederlerdi. On bin kadar adam ellerinde, çomak ve gürz, uzun, kısa mızraklar, süngü, kılıç gibi silahlar ve Hıtay'a mahsus yelpazelerle ayakta durmuşlardı…"
Küçükçelebizade İsmail Asım tarafından Türkçeleştirilen Acâibü’l-Letâif’i Ali Emiri, 1913’te yayımlamıştır. Ali Emirî, kitabın mukaddemesinde söylediğine göre, aslı olan Farsçasını ararken Yanya ve İşkodra'da maliye müfettişliği ile bulunduğu sırada (1315 de) İşkodra civarında Akça Hisar kasabasında Osmanlıca nushasını bulmuş ve 1331 yılında İstanbulda yayınlamıştır. Seyahatnameyi Farsça nüshalarıyla karşılaştırarak inceleyen Paul Kahle, bu gezi kitabının orijinal ve çok değerli bir kaynak olduğu düşüncesindedir. Seyahatname üzerinde bir çalışma yapmış olan Zeki Velidi Togan ise Kahle ile aynı fikirde değildir: “Hıtâînâme’nin orijinal bir eser olmak bakımından, kıymeti P. Kahle’nin zannettiği kadar olmadığı fikrindeyim; Ali Ekber, Gıyâseddin Nakkaş’ın seyahatnamesinden istifade ettiği gibi, Çin şehir hayatına ait tafsilatın çoğunu da, şüphe yok, eski eserlerden, mesela 851’de seyahat eden Süleyman Tacir’in seyahatnamesinden almıştır.” (A. Zeki Velidi Togan, “Ali Ekber”, İslam Ansiklopedisi, c. I, MEB Basımevi, İstanbul, 1950, s. 318-319)
Önemli bir husus da Ali Kuşçu olsa gerek. Şöyle ki:
Ming hanedanı kayıtlarında, Timurlu devletinden Çin'e elçilik heyetlerinin en sık Şahruh döneminde gittiği yazılı. Bu seyahatlerin tamamı hakkında bilgimiz yok. Hoca Gıyaseddin'in seyahati, edebiyat alanında bir "ilk"e kaynak oluşturduğu için önemli.
Fakat en az onun kadar önemli bir elçilik görevini de ünlü astronomi ve matematik bilgini Ali Kuşçu yapmıştı. Ali Kuşçu'nun babası Muhammed, Şahruh'un oğlu ünlü matematikçi ve gökbilimci Uluğ Bey'in kuşçusuymuş. Küçük yaşlardan itibaren astronomi ve matematiğe meraklı olan Ali Kuşçu, bu alanda ünlü bilginlerden dersler aldı. Genç yaşında, Uluğ Bey'in kurduğu Semerkant Rasathanesi'ne müdür oldu.
Uluğ Bey, Şahruh'tan sonra tahta geçti. İyi bir devlet adamıydı, ama daha çok bilimsel çalışmalarla öne çıkıyordu. Zaten kendisi de, "İlimin hâkim olduğu bir ülkede, ilimle uğraşan bir kişi olmayı tercih ederim" demiş.
Uluğ Bey, bütün çalışmalarında önemli roller üstlenen Ali Kuşçu'yu elçilik heyetlerinden biriyle Çin'e göndermiş. Ali Kuşçu'yla ilgili araştırmalarda bu seyahatten pek söz edilmiyor. Üstelik Ali Kuşçu seyahatiyle ilgili notlar da almış ve bir eser yazmış. Maalesef nice değerler gibi bu da kayıp eserlerden birisi.
Zamanında Çin'e elçi olarak giden Ali Kuşçu, önemli bir elçilik görevini de Tebriz'de üstlendi. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, ondan Osmanlı Devleti ile aralarındaki uyuşmazlık konusunda arabuluculuk yapmasını istedi. Bu isteği reddedemeyen Ali Kuşçu, İstanbul'a giderek Fatih Sultan Mehmet'in huzuruna çıktı. Fatih, ondan geri dönmemesini, İstanbul'da kalıp medreselerde astronomi ve matematik dersleri vermesini istedi. Ali Kuşçu bunu kabul ederek iki yıl sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Gelişinde Osmanlı sınırında ihtişamla karşılandı. Burada pek çok öğrenci yetiştirdi. Yaşamında gökyüzünü hem Beijing'den, hem İstanbul'dan izleme olanağı bulmuş bu gökbilimcinin ismi yüzyıllar sonra, haritasını ilk kez kendisinin çıkardığı Ay'ın bir bölgesine verildi. Bugün Ay'da bir krater de, ustası Uluğ Bey'in ismini taşıyor.
Zeylimdir: Evliya Çelebi, Katip Çelebi, Hoca Gıyaseddin Nakkaş, Ali Kuşçu, Uluğ Bey ve daha niceleri... Değişik vesilelerle anılmalı, tanınmalı, tanıtılmalı... Meşhur projelerimize konu edilmeli. Filmler, belgeseller, diziler... İvedilikle. Üniversiteye hazırlanan lise son talebelerinin ekserisinin bu isimlerle en küçük bir tanışıklığının olmaması (duymak değil maksadım) eğitimde durduğumuz noktaya dikkat etmemizi gerektiriyor.
---
* Sefaretnamenin tamamına ulaşmak isteyenler için: Çin kaynakları ile Hıtay sefaretnamesi "Acaib-ül-Letaif" arasındaki ilgi / Dr. MUHADDERE N. Özerdim
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1019/12353.pdf
İlk seyahatname Çin'le ilgili olmuş. Fakat ismi "Çin Sefaretnamesi" değil de, "Hıtay Sefaretnamesi".
Neden Hıtay?
Tarih sürecinde Çin yerine sık sık bu sözcüğün kullanıldığını görüyoruz. "Divan-ı Lügat'it Türk"te de, Kuzey Çin'den "Kitay" veya "Hitay Sin" diye söz ediliyor.
Bu ismin kaynağı, Kuzey Çin'de bir kabile olan Kitanlar… 10. yüzyılda Beijing'e yerleşip Liao hanedanı yönetiminde bir beylik kurmuşlar. Çin kaynaklarının çoğu bu hanedanı Çinli sayıyor. Liao beyliği, 1125'de Jin beyliği tarafından yıkılmış. Bir grup batıya kaçmış ve "Kara Hıtay" devletini kurup Orta Asya'ya egemen olmuş.
Hoca Gıyaseddin Çin'e gittiğinde, Kitanlar çoktan ortadan kalkmıştı. Yönetimde Ming hanedanı vardı. Ama "Hıtay" veya uyarlamaları, kimi dillerde Çin'in adı olarak kaldı. Hatta bazı ülkelerde yakın zamana kadar Çin'e "Kitay" deniyordu. Ruslar Çin'i hâlâ "Kitay" olarak adlandırıyor.
Hıtay Sefaretnamesi şu sunuş cümleleriyle başlıyor:
"1419 yılının Kasımında Mirza Şahruh sultanın Hıtay İmparatoru'na gönderdiği elçilerle birlikte Baysungur Mirza'nın elçisi Hoca Gıyaseddin Nakkaş, arkadaşları ile 2 yıl 10 ay 5 gün dolunca Hıtay'dan dönerek saltanat merkezi Herat'a vardılar. Burada Hıtay İmparatoru'nun mektubu ile hediyelerini teslim ettiler.
Hoca Gıyaseddin, Herat'tan yola çıktığı günden, döndüğü güne kadar her ne gördüyse günü gününe kaydetmiştir. Kendisi inanılır bir kimse olduğundan garaz ve taassuptan uzak olan hikâyesi kaydolunduğu gibi alınıp yazıldı…*"
Hoca Gıyaseddin, sefaretnamenin "30 Kasımda sabaha doğru Hanbalık şehrinin kapısına varıldı" diye başlayan bölümünden sonra şehrin, sarayın, imparatorun ihtişamından, gördüğü her türlü zenginlikten söz etmiş:
"Saray kapısının iki yanında duran beşer filin hortumları arasından geçip içeriye girildi. Henüz ortalık aydınlanmamış olduğu halde buraya yüz bine yakın adam toplanmıştı. Bu kapının içerisinde büyük bir meydan vardı. Bu meydanın sona erdiği yerde otuz arşın tutarında bir temel üzerine kurulmuş ellişer arşın boyundaki direkler üzerinde büyük bir bina, bu binada üstünde uzunluğu altmış ve eni kırk arşın büyüklüğünde bir oda yapılmıştı. Bu köşkün üzerinde iki adam, İmparatorun çıkıp tahta oturmasını bekler bir vaziyette duruyordu. Kapının sağ ve soluna davul ve gong koymuşlardı. Bu yerde üç kapı vardı. Ortadaki büyük, yanlardaki ise küçüktü. Ortadaki kapıdan yalnız imparator geçerdi. Yukarıda sözü geçen meydanda kadın ve erkek olmak üzere üç yüz bin kişi toplanmıştı. Bunların iki bin kadarı muganni olup hem saz çalar, hem de okurlardı. Hıtay usulü ve lisaniyla imparatora dua ederlerdi. On bin kadar adam ellerinde, çomak ve gürz, uzun, kısa mızraklar, süngü, kılıç gibi silahlar ve Hıtay'a mahsus yelpazelerle ayakta durmuşlardı…"
Küçükçelebizade İsmail Asım tarafından Türkçeleştirilen Acâibü’l-Letâif’i Ali Emiri, 1913’te yayımlamıştır. Ali Emirî, kitabın mukaddemesinde söylediğine göre, aslı olan Farsçasını ararken Yanya ve İşkodra'da maliye müfettişliği ile bulunduğu sırada (1315 de) İşkodra civarında Akça Hisar kasabasında Osmanlıca nushasını bulmuş ve 1331 yılında İstanbulda yayınlamıştır. Seyahatnameyi Farsça nüshalarıyla karşılaştırarak inceleyen Paul Kahle, bu gezi kitabının orijinal ve çok değerli bir kaynak olduğu düşüncesindedir. Seyahatname üzerinde bir çalışma yapmış olan Zeki Velidi Togan ise Kahle ile aynı fikirde değildir: “Hıtâînâme’nin orijinal bir eser olmak bakımından, kıymeti P. Kahle’nin zannettiği kadar olmadığı fikrindeyim; Ali Ekber, Gıyâseddin Nakkaş’ın seyahatnamesinden istifade ettiği gibi, Çin şehir hayatına ait tafsilatın çoğunu da, şüphe yok, eski eserlerden, mesela 851’de seyahat eden Süleyman Tacir’in seyahatnamesinden almıştır.” (A. Zeki Velidi Togan, “Ali Ekber”, İslam Ansiklopedisi, c. I, MEB Basımevi, İstanbul, 1950, s. 318-319)
Önemli bir husus da Ali Kuşçu olsa gerek. Şöyle ki:
Ming hanedanı kayıtlarında, Timurlu devletinden Çin'e elçilik heyetlerinin en sık Şahruh döneminde gittiği yazılı. Bu seyahatlerin tamamı hakkında bilgimiz yok. Hoca Gıyaseddin'in seyahati, edebiyat alanında bir "ilk"e kaynak oluşturduğu için önemli.
Fakat en az onun kadar önemli bir elçilik görevini de ünlü astronomi ve matematik bilgini Ali Kuşçu yapmıştı. Ali Kuşçu'nun babası Muhammed, Şahruh'un oğlu ünlü matematikçi ve gökbilimci Uluğ Bey'in kuşçusuymuş. Küçük yaşlardan itibaren astronomi ve matematiğe meraklı olan Ali Kuşçu, bu alanda ünlü bilginlerden dersler aldı. Genç yaşında, Uluğ Bey'in kurduğu Semerkant Rasathanesi'ne müdür oldu.
Uluğ Bey, Şahruh'tan sonra tahta geçti. İyi bir devlet adamıydı, ama daha çok bilimsel çalışmalarla öne çıkıyordu. Zaten kendisi de, "İlimin hâkim olduğu bir ülkede, ilimle uğraşan bir kişi olmayı tercih ederim" demiş.
Uluğ Bey, bütün çalışmalarında önemli roller üstlenen Ali Kuşçu'yu elçilik heyetlerinden biriyle Çin'e göndermiş. Ali Kuşçu'yla ilgili araştırmalarda bu seyahatten pek söz edilmiyor. Üstelik Ali Kuşçu seyahatiyle ilgili notlar da almış ve bir eser yazmış. Maalesef nice değerler gibi bu da kayıp eserlerden birisi.
Zamanında Çin'e elçi olarak giden Ali Kuşçu, önemli bir elçilik görevini de Tebriz'de üstlendi. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, ondan Osmanlı Devleti ile aralarındaki uyuşmazlık konusunda arabuluculuk yapmasını istedi. Bu isteği reddedemeyen Ali Kuşçu, İstanbul'a giderek Fatih Sultan Mehmet'in huzuruna çıktı. Fatih, ondan geri dönmemesini, İstanbul'da kalıp medreselerde astronomi ve matematik dersleri vermesini istedi. Ali Kuşçu bunu kabul ederek iki yıl sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Gelişinde Osmanlı sınırında ihtişamla karşılandı. Burada pek çok öğrenci yetiştirdi. Yaşamında gökyüzünü hem Beijing'den, hem İstanbul'dan izleme olanağı bulmuş bu gökbilimcinin ismi yüzyıllar sonra, haritasını ilk kez kendisinin çıkardığı Ay'ın bir bölgesine verildi. Bugün Ay'da bir krater de, ustası Uluğ Bey'in ismini taşıyor.
Zeylimdir: Evliya Çelebi, Katip Çelebi, Hoca Gıyaseddin Nakkaş, Ali Kuşçu, Uluğ Bey ve daha niceleri... Değişik vesilelerle anılmalı, tanınmalı, tanıtılmalı... Meşhur projelerimize konu edilmeli. Filmler, belgeseller, diziler... İvedilikle. Üniversiteye hazırlanan lise son talebelerinin ekserisinin bu isimlerle en küçük bir tanışıklığının olmaması (duymak değil maksadım) eğitimde durduğumuz noktaya dikkat etmemizi gerektiriyor.
---
* Sefaretnamenin tamamına ulaşmak isteyenler için: Çin kaynakları ile Hıtay sefaretnamesi "Acaib-ül-Letaif" arasındaki ilgi / Dr. MUHADDERE N. Özerdim
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1019/12353.pdf
Hiç yorum yok