Delinâmeler - 1
BİR
gövdemi ve aklımı denkleştirmemek için yirmi birinci asrın kelimelerine, olanca ukalalığımı ve elbet militanlığımı kuşanıyorum. kanallardan, jetlerin gürültülerinden, istatistik, girdap, fabrika ve gazete haykırışlarından ve kuşlardan, evet, evet kuşlardan ve şehre mal olan bütün tabiat özentilerinden, saksılara sığınan özgürlük, park ve bahçe müdürlükleri, derbederlik sabahları ve ne varsa bana kendimi unutturan, hepsine imha planları hazırlıyorum. varsın iyi giyimli bayanların, kaküllerini ölçmekle meşgul delikanlıların, sendikal yürüyüşlerin, grevlerin, lokavtların, vaktinde gelmeyen ihtilallerin, ansiklopedilerin yerine konsun saray kalıntıları. varsın çıyanlar, akrepler, bıçkınlar, birden çöken topraklar alsın asfaltlarla suratına sövdüğümüz şehrin nabzında. ben bu şehrin yıkımına memur bir militanım.
İKİ
temiz yakalı gömlekler giymeyeceğim artık. ağır başlı insan fotoğrafları çektirmekten bıktım. bütün serzenişler kapı dışarı. isteyenler, son zamanların adeti üzere, ülke bölücülüğü ile suçlayabilir veya bir türlü başarılı olamayan takımların tek sorumlusu olarak beni gösterebilir. artık hiç biri umurumda değil. şehrin karnına bastığım adımım üzerinde, çorabımdan çıkardığım sigarayı “üstad da içerdi” diye tüttüreceğim. çevreciler, ozon delikçileri, feministler, laiklik savunucuları işte ben, militanca karşınızdayım. yüreğimden başka hiçbir hazinem ve savunucum yok. anayasal dayanaklarınız, yürüyüşleriniz, konuşan ülkeniz ne varsa gelin ve yok edin kurallarınıza kargışlar yağdıran bu sakıncalıyı. yüreği olan bir adım öne! ilerleyelim beyler. filmin meraklıları kıymetli seyircilerimiz var. ilerleyelim. bu filmin tekrarı taze kalmamıştır. iler...
ÜÇ
“artık şiir yazmıyorum” dedi. sanki çok umurumdaydı. yine de usulen sormak, onun beklediği bir kaç cümleyi mırıldanmak ve cevabını hazırladığını hissettiğim gard alışını karşılıksız bırakmamak için, nasıl olur, niçin türünden bir iki kelimecik attım ortaya. binlerce insanın can havliyle kendini dinlemeye koyulduğunu gördü. önünde bir sürü tv. ve radyo istasyonunun karambol oluşturmuş mikrofonları, çağa mal olacak bir konferans sezisi ile ukalaca konuşmaya başladı. “yazmıyorum çünkü, kimse beni anlamıyor, takdirden vazgeçtim, eleştiren dahi yok. anladıkları şeyleri herkes yazıyor ve manşet oluyor. sanki ben sağır bir ülkenin konuşan tek insanıyım!”- peki, dayı bulamadın mı kendine dedim. bön bön suratına baktı. dayı ile şiirin ne alakası var diyecek oldu. lafı ağzına tıkıştırdım. “bu ülkede ne yaparsam yap beş para etmez oğlum. ağzınla tutuğun kuşlar da ağzına s..... meşhurlar çetelesinde bir yer edinebilmek için, bir; dayın olacak. bu her kuvvetin üzerindedir. iki; gurup değiştirmiş olacaksın. yani sağcı isen solcu, solcu isen sağcı olacaksın. bunu da beceremedin mi otur ve öl. bak bakalım o zaman nasıl meşhur oluyorsun, şiirlerin nasıl okunuyor ve hakkında ne iltifatlar yazılıyor. sende, senin dahi farkında olmadığın ne hasletler bulunuyor.”
DÖRT
ey birader dinle pendim varsa malın sakla tek
düşmana kalırsa kalsın dosta muhtac olma tek
(laedri)
BEŞ
ailenin yüz karası idin. baban, bu çocuk adam olmaz diye mükafatlandırırdı seni. bu söze sevindiğin kadar hiçbir şeye sevinmezdin hayatta. çıplak araziler, cılız ağaçlar, çamur akan nehirler ve sarhoş kusmuğu sokakları olan bir ülken vardı. kapısını açacak şifreleri hiç kimse bulamazdı. hiç kimse el uzatamazdı bekaretine ülkenin. babanın cebinden çaldığın paraları kiraladığın bisikletlere yatırarak, uçsuz -bucaksız arazilerini yeniden fethe koyulurdun. güneş, hep pazartesileri doğardı ülkene. yıllarca pazartesileri okula gitmedin. hocalarının eşine az rastlanır güzellikte dayaklarını yedin. sırf güneşin doğuşunu görmek uğruna mimlendin, sınıfta kaldın. bütünlemelerde hocaların, soracakları yeri önceden bildirerek çalışmanı buyurdular. inat ettin. çalışmadın. gözlerinin içine baka baka sustun. sinirden kalemlerini kırdı hocalar. susman kadar hiçbir şey koymadı onlara. bunu bilmek, şehvetle azdırdı seni. blöfünü göremedi hiç biri. ülkenin genişliğinden, ordularının gücünden, büyücülerden, çiyanlardan ve katillerinden bahsettin. üzerine fazla gelemediler. sınıfta bırakmakla seni bir felaketten kurtaracaklarını sandılar. şimdi ülkene rahatlıkla dönebilirdin. pazartesi güneşleri senindi artık. demokrasiyi yıkabilir, despotizmi inşa edebilirdin. bütün insanlara, tebaına, aile planlamasını imha ettirebilir, üçüncü dünya ülkelerini sevmelerini, örgütler kurmalarını, platonik aşklar yaşamalarını, tv. seyretmemelerini, gazete okumamalarını, intikamı ve ihtilali... kanunlaştırabilirdin. ülkene girdin ve kapıları alabildiğine sıkı kapadın. babanın homurdanmaları, sınıf geçen şımarık arkadaşların, adi roman kahramanları, kurtarıcılar, parasızlık, sarhoş patronun, annenin şefkati, yalanlar, sahtekarlık, eşcinseller, iğdiş edilen çocuklar ve intiharlar hep kapının ardında kaldı. ülken, kimsenin veremediğini seriyordu ayakların altına...
gövdemi ve aklımı denkleştirmemek için yirmi birinci asrın kelimelerine, olanca ukalalığımı ve elbet militanlığımı kuşanıyorum. kanallardan, jetlerin gürültülerinden, istatistik, girdap, fabrika ve gazete haykırışlarından ve kuşlardan, evet, evet kuşlardan ve şehre mal olan bütün tabiat özentilerinden, saksılara sığınan özgürlük, park ve bahçe müdürlükleri, derbederlik sabahları ve ne varsa bana kendimi unutturan, hepsine imha planları hazırlıyorum. varsın iyi giyimli bayanların, kaküllerini ölçmekle meşgul delikanlıların, sendikal yürüyüşlerin, grevlerin, lokavtların, vaktinde gelmeyen ihtilallerin, ansiklopedilerin yerine konsun saray kalıntıları. varsın çıyanlar, akrepler, bıçkınlar, birden çöken topraklar alsın asfaltlarla suratına sövdüğümüz şehrin nabzında. ben bu şehrin yıkımına memur bir militanım.
İKİ
temiz yakalı gömlekler giymeyeceğim artık. ağır başlı insan fotoğrafları çektirmekten bıktım. bütün serzenişler kapı dışarı. isteyenler, son zamanların adeti üzere, ülke bölücülüğü ile suçlayabilir veya bir türlü başarılı olamayan takımların tek sorumlusu olarak beni gösterebilir. artık hiç biri umurumda değil. şehrin karnına bastığım adımım üzerinde, çorabımdan çıkardığım sigarayı “üstad da içerdi” diye tüttüreceğim. çevreciler, ozon delikçileri, feministler, laiklik savunucuları işte ben, militanca karşınızdayım. yüreğimden başka hiçbir hazinem ve savunucum yok. anayasal dayanaklarınız, yürüyüşleriniz, konuşan ülkeniz ne varsa gelin ve yok edin kurallarınıza kargışlar yağdıran bu sakıncalıyı. yüreği olan bir adım öne! ilerleyelim beyler. filmin meraklıları kıymetli seyircilerimiz var. ilerleyelim. bu filmin tekrarı taze kalmamıştır. iler...
ÜÇ
“artık şiir yazmıyorum” dedi. sanki çok umurumdaydı. yine de usulen sormak, onun beklediği bir kaç cümleyi mırıldanmak ve cevabını hazırladığını hissettiğim gard alışını karşılıksız bırakmamak için, nasıl olur, niçin türünden bir iki kelimecik attım ortaya. binlerce insanın can havliyle kendini dinlemeye koyulduğunu gördü. önünde bir sürü tv. ve radyo istasyonunun karambol oluşturmuş mikrofonları, çağa mal olacak bir konferans sezisi ile ukalaca konuşmaya başladı. “yazmıyorum çünkü, kimse beni anlamıyor, takdirden vazgeçtim, eleştiren dahi yok. anladıkları şeyleri herkes yazıyor ve manşet oluyor. sanki ben sağır bir ülkenin konuşan tek insanıyım!”- peki, dayı bulamadın mı kendine dedim. bön bön suratına baktı. dayı ile şiirin ne alakası var diyecek oldu. lafı ağzına tıkıştırdım. “bu ülkede ne yaparsam yap beş para etmez oğlum. ağzınla tutuğun kuşlar da ağzına s..... meşhurlar çetelesinde bir yer edinebilmek için, bir; dayın olacak. bu her kuvvetin üzerindedir. iki; gurup değiştirmiş olacaksın. yani sağcı isen solcu, solcu isen sağcı olacaksın. bunu da beceremedin mi otur ve öl. bak bakalım o zaman nasıl meşhur oluyorsun, şiirlerin nasıl okunuyor ve hakkında ne iltifatlar yazılıyor. sende, senin dahi farkında olmadığın ne hasletler bulunuyor.”
DÖRT
ey birader dinle pendim varsa malın sakla tek
düşmana kalırsa kalsın dosta muhtac olma tek
(laedri)
BEŞ
ailenin yüz karası idin. baban, bu çocuk adam olmaz diye mükafatlandırırdı seni. bu söze sevindiğin kadar hiçbir şeye sevinmezdin hayatta. çıplak araziler, cılız ağaçlar, çamur akan nehirler ve sarhoş kusmuğu sokakları olan bir ülken vardı. kapısını açacak şifreleri hiç kimse bulamazdı. hiç kimse el uzatamazdı bekaretine ülkenin. babanın cebinden çaldığın paraları kiraladığın bisikletlere yatırarak, uçsuz -bucaksız arazilerini yeniden fethe koyulurdun. güneş, hep pazartesileri doğardı ülkene. yıllarca pazartesileri okula gitmedin. hocalarının eşine az rastlanır güzellikte dayaklarını yedin. sırf güneşin doğuşunu görmek uğruna mimlendin, sınıfta kaldın. bütünlemelerde hocaların, soracakları yeri önceden bildirerek çalışmanı buyurdular. inat ettin. çalışmadın. gözlerinin içine baka baka sustun. sinirden kalemlerini kırdı hocalar. susman kadar hiçbir şey koymadı onlara. bunu bilmek, şehvetle azdırdı seni. blöfünü göremedi hiç biri. ülkenin genişliğinden, ordularının gücünden, büyücülerden, çiyanlardan ve katillerinden bahsettin. üzerine fazla gelemediler. sınıfta bırakmakla seni bir felaketten kurtaracaklarını sandılar. şimdi ülkene rahatlıkla dönebilirdin. pazartesi güneşleri senindi artık. demokrasiyi yıkabilir, despotizmi inşa edebilirdin. bütün insanlara, tebaına, aile planlamasını imha ettirebilir, üçüncü dünya ülkelerini sevmelerini, örgütler kurmalarını, platonik aşklar yaşamalarını, tv. seyretmemelerini, gazete okumamalarını, intikamı ve ihtilali... kanunlaştırabilirdin. ülkene girdin ve kapıları alabildiğine sıkı kapadın. babanın homurdanmaları, sınıf geçen şımarık arkadaşların, adi roman kahramanları, kurtarıcılar, parasızlık, sarhoş patronun, annenin şefkati, yalanlar, sahtekarlık, eşcinseller, iğdiş edilen çocuklar ve intiharlar hep kapının ardında kaldı. ülken, kimsenin veremediğini seriyordu ayakların altına...
Hiç yorum yok