Söyle Rilke: Yazmalı mıyım?
Rilke, bir mektubunda şöyle yazar: “Yazar olmak isteyene kimse öğüt veremez, hiç kimse de yardımda bulunamaz. Yalnız bir tek yol vardır: içinize dönün. Size “yaz” diyen nedeni araştırın. Kökleri yüreğinizin en derinlerine dal budak salıyor mu, buna bakın. Yazmanız yasak edilince artık yaşayamayacak mısınız? Bunu söyleyin. En çok da gecenizin en sessiz anında “yazmalı mıyım” diye kendinize sorun.”
Bir paragraf sorusundan düştü Rilke. Rainer Maria Rilke. Sırıtık Bir Küskün'deki söyleyişle Celâl Sılay ve Rainer Maria Rilke.
Bir paragraftan düştü Rilke. Kafamda uzun zamandır gezen sorularla geldi. Sitti sevr tabir edilen havalar gibi kırk havaya giren, kırk düşünceye kapılan, kırk ölüm fermanı imzalayan günüde Rilke. Soruyu sordu. Yangın başladı sonra. Okuduğum her satırdan, izlediğim her kareden, duyduğum her sesten üzerime boca edilen yazılar altındayım. Bir çığ bu kadar azimle düşmezdi her hal. Ben kaçtıkça yazılar peşimden koşuyor. Yazılar paragraflara, satırlara, kelimelere, hecelere dönüşüyor da yine de vaz geçmiyorlar.
Rilke'ye yaslanarak yazıyorum.
"Yazsam ne olacak?"
"Yazmalı mıyım?"
Ve en beteri: "Yazdım da ne oldu?"
Yakamda Rilke ve soruları.
Devam edeceğim. Önce. Rainer Maria Rilke...
Şair Üzerine*
R. M. Rilke / Çeviri: Melahat Özgü
Şairin durumunu ve gerçek anlamını ben tam mânâsiyle bir kere idrak ettim. Bu da Philä adasından geniş bentlere doğru giderken büyük bir yelkenlide oldu. Önce cereyana karşı gidiyorduk; kürekçiler zahmet çekiyorlardı. Hepsi de karşıma geçmişlerdi. Doğru hatırlıyorsam on altı kişi idiler; her bir tarafa dörder kişi ayrılmıştı; ikişer ikişer sağ ve sol küreklere sarılmışlardı. Ara sıra birinin yahut ötekinin gözleri gözümüze ilişiyor fakat çoğununki hiçbir şey görmüyordu; bunlar ya havaya açılmış gözler yahut da sadece vücutlarını çeviren maden parçalarının arasında sıcak ruhlarının serbest aktığı yerlerdi. Fakat buna rağmen insan, onlara bakınca zaman zaman bu gözleri düşünceli, birinin üzerine saplanmış bir halde yakalıyordu; sanki bu kürek mahkûmu, bu yabancı, kıyafetini değiştirmiş adamın, kendisinin kim olduğunu ortaya çıkaracak haller tasavvur ediyordu. Yakalandığı zaman derhal ağır bir surette derinleşen ifadesini kaybediyor, bir an bütün duyguları sarsılıyor fakat yine derhal uyanık bekleyen bir hayvanın bakışını alıyor, yüzünün asil ciddiyeti, alıştığı bahşiş isteyen aptal bir surata dönüyor ve sanki teşekkür etmek için tavrını değiştiriyor, aşağılık duygusunu ifade için de budalaca bir hareket için hazırlanıyordu. Fakat çoğunluklu olarak kürekte olanların uzun müddet içlerinde taşıdıkları bu aşağılık duygusu ile ondan ayrılmayan intikam duygusu da beraber doğuyor ve hiç durmadan yabancıya, öbür dünyada bulmuş olması gereken bir inançla nefret duyarak bakıyordu. Ben yelkenin arka tarafına oturan bu ihtiyarı birçok defa tetkik etmiştim. Elleri ve ayakları en samimi bir şekilde yan yana gelmiş, aralarında da sanki bu kol ve bacaklarda bir yakınlığı varmış gibi dümenin demiri, kullanıldığına ve durdurulduğuna göre sağa sola hareket ediyordu. Yırtık, kirli elbisesi içindeki vücudu bahsetmeğe değmez; yüzü, eski sarığının altında tıpkı bir dürbünün parçaları gibi iç içe geçmiş, o kadar alnına yapışmıştı ki altından gözleri sanki süzülüyordu. İçinden neler geçtiğini Tanrı bilir; o, sanki insanı iğrenç bir şeye sokabilecekmiş gibi geliyordu. Onun gözüne dikkatle bakmak isterdim fakat ona döndüğüm zaman o kadar kulağımın dibinde idi ki onu bu kadar yakından tetkik etmek çok göze çarpacaktı. Hem üzerimize doğru akan geniş nehrin manzarası, içine girmekte olduğumuz güzel, daima gelmekte olan mekân kesilmeyen dikkate o kadar değiyor, o kadar iyileştirici bir tesir yapıyordu ki ihtiyarı bırakarak yerine gitgide büyüyen bir sevinçle, bütün şiddet ve zorbalıklarına rağmen düzenlerini kaybetmeyen gençlerin hareketlerini tetkike koyuldum. Kürekleri o kadar kuvvetle çekiyorlardı ki uçlarına asılarak ağızları her suya daldırışlarında tamamiyle yerlerinden kalkıyor, bir ayaklarını önlerindeki sıraya dayıyor ve sekiz küreğin ağzı aşağıda, suların içinde cereyanı yenerken vücutlarını kuvvetle arkaya atıyorlardı. Bu esnada da ritmi muhafaza için bir nevi sayı sayıyorlardı. Fakat işleri onları o kadar meşgul ediyordu ki geriye, çıkaracak hiç sesleri kalmıyordu. Çok defa teneffüs bile yapılamıyor fakat buna mukabil arada hepimizin farkında olduğu ve garip bulduğu bir ses yardıma koşuyordu; ve ritim için değil, aynı zamanda bu da çok belli idi, içlerindeki kuvveti harekete getiriyordu; öyle ki hafifleyerek henüz sarf olunmamış kuvvetlerini kullanmaya başlıyorlar: Aç bir çocuğun elma yemesi ve tuttuğu tarafın kabuk kısmına kadar henüz yenmediğini görünce sevinçle yeniden yemeye koyulması gibi.
Artık daha fazla önde, sandalımızın sağ kenarında oturan adamın kim olduğunu gizleyemeyeceğim. Onun şarkı söylemek istediği ânı ben sanki duyar gibi oluyordum; yanılmış olabilirdim. O, şarkısına birden bire başlıyordu; çok gayri muntazam fasılalar vererek, her zaman da yorulduğu anlarda değil, aksine herkes şarkısını, hem bir defaya mahsus olmak üzere de değil, çok canlı, evet hatta küstah buluyordu. Fakat buna rağmen yerinde idi ve hareketlerine uyuyordu. Tayfalarımızın ruh hallerinin ona ne dereceye kadar iştirak ettiklerini bilmiyorum, hepsi onun arkasında idiler; o da sırf ruhunda enginlikle birleşen hareketti; o, kendisini yarı kesinlikle, yan hüzünle bu harekete vermişti. Onun için de yelkenlimizin ilerlemesi ile bize karşı koyan kuvvetin arasındaki muvazene daima ifadesini buluyordu; ara sıra yalnız, taşıyor: o zaman da şarkıya başlıyordu. Böylece yelkenimiz mukavemeti yeniyor fakat o, büyücü, bu yenilmeyecek olanı, bir sürü, uzun dalgalanan ve hiç bir yere ait olmayan seslere çeviriyor, bu sesleri de sonra herkes kendine alıyordu. Etrafındakiler, el ile tutulabilecek en yakın şeylerle meşgul ve onları yenmeye çalışırken onun sesi, uzaklara olan münasebeti ilgilendiriyor ve bizi çekinceye kadar ona bağlıyor.
Nasıl oldu bilmiyorum fakat bu şahısta birden bire şairin durumunu kavradım, onun yerini tayin ettim ve zamanın içindeki tesirini anladım. Hiç çekinmeden ona bundan başka her yer esirgenebilir, yalnız burada ona katlanmalı.
*Genç Bir Şaire Mektuplar, çev. Melahat Özgü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1944.
Hiç yorum yok