Son Yazılar

Kıble'ye Doğru - 1

Yıl 1985.

Memleket ekvatorun hizasına denk gelmemiş kardeşim bir soğuk, bir kar ki hiç sormayın. Evliya Çelebi’nin kedisi damdan dama atlarken ortada donmuş, kalmış. Bizim kedi ise – soğuğun şiddetine bakın ki siz – daha damdan dama atlamayı düşünürken oracıkta donup kalıyor. İşte öylesine bir kış günü. Aylardan ocak. Cuma ise günün adı. Okulun camiinde Cuma namazını eda ettikten sonra, ailelerimizin tevekkül ve heyecan dolu bakışları arasında otobüsteki yerlerimize kuruluyoruz. Arabamız Süper Man. O günlerin en revaçta arabası yani. Yola koyuluyoruz. Kimsenin, heyecandan üşümeyi düşünecek durumu yok. Detayları geçelim, yola revan olalım efendim…




Kaç gündür yollardayız. Maraş, Antep, Urfa, Mardin… Silopi’den küçükçe bir köprüden Türkiye sınırlarını terk ediyoruz. Irak…

Gece geç saatlerde bir yere varıyoruz. Burası Bağdat diyorlar. Titriyorum. Kışı, Türkiye’de hududun, hatta Urfa’nın ötesinde bırakmış bırakmış olmamıza rağmen bir ürperti sarıyor beni. İmam, büyük insan Ebu Hanife’nin kabri başında birkaç sahife Kur’an okuyor, ruhlarına fatihalar gönderiyoruz. Medfun bulunduğu yer ve içine paraların atıldığı, bez – çaputların demirlerine bağlandığı sandukası, İmam-ı Azam camiinin küçük bir bölümünde. Camide yatacağız deniyor. Bir sürü yatan var. Şuradan buradan gelmiş. Daha başımı yere kor koymaz, zıpkın yemiş gibi fırlıyorum. O da ne? Pırıltıları gözümü kamaştıran bu müthiş mabedin içinde, bu fevkalade ruh ikliminde pek güzel bir ses tarafından Kur’an okunuyor. Yorgunluğun ağırlaştırdığı gözlerimi zoraki aralayarak sesin, Kur’an’ı içime ılık ılık akıtan o davudi sesin sahibini arıyorum. Grup başkanımız Hoca, “teypten” diyor. “Burada, bütün gece boyu kasetten Kur’an okunur.” Aklıma şu sözler geliyor: Kur’an Mekke’de inmiş; Mısır’da okunmuş; İstanbul’da yazılmıştır. Okuyanın Mısırlı olup olmadığını bilemem. Hatta o anda Mısırlı olması gerektiğini de düşünmek gibi bir kaygım yoktu. Sadece hayran hayran dinlemeye koyuldum. Ekipten bir ben hariç herkes uyumaya hatta horlamaya başladı. Ben ne mümkün ayaklarımı uzatıp yatacağım? Bir yanda, başıma dikildiğini zannettiğim İmam-ı Azam diğer yanda okunan Kur’an. O zamana kadar hiç tatmadığım bir maneviyat iklimi içerisinde nefesleniyorum. Takatimin bitmeye başladığını, sağıma soluma yıkılmaya başlayınca anladım. Battaniyemi kaptığım gibi otobüsün önünde soluklandım: “İlyas abi, uyan İlyas abi. Ben de arabada yatacağım”

Ertesi gün kahvaltıdan sonra – ki İmam-ı Azam Camiinin ardındaki parkta, açık havada yapılmıştır – her birimizin içine bir 4. Murad yerleşmiş, Bağdat sokaklarını geziyoruz. Maruf-ı Kerhi, Abdülkadir Geylani, Kazimiye Külliyesi, adım adım, satır satır Osmanlı mirası içimizdeki 4. Murad’ımızı taş gibi sıktılar, suyunu çıkardılar.

O dönemde Irak, İran ile savaş halinde. Henüz Saddam Kuveyt’e girmedi. Amerikan uçakları Bağdat’ı bombalamadı. Henüz bir şair “Bağdat savunmasında aldığım yarayı sarıyorum” diye mısralar düşmedi zamana. Ama Bağdat’ın içinden akan nehrin suları pis akıyor, kin sarısı akıyor. Burada üstadım Hace-i Evvel Ahmet Mithad Efendi gibi araya girip malumat vermeliyim ki kafamızdaki Bağdat, karşılığını tam ve doğru olarak alsın:

Bağdat uzun dönem İslam dünyasının başkentiydi ve kuruluşundan beri sadece Osmanlı idaresinde kaldığı yaklaşık 400 yıl boyunca en huzurlu dönemini yaşadı.
Dünyada bilim, kültür ve zenginlik merkezi olarak şöhret yapan Bağdat’ın tarihi, aynı zamanda uğruna verilen kanlı mücadelelerin de tarihi olarak biliniyor.
Bağdat, Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur’un 750’li yıllarda Bağdat isimli Sasani köyünde başkent kurmak istemesiyle tarih sahnesine çıktı. Adı, eski Farsça’da Baga (Tanrı) ve Dat (verdi) kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşan “Tanrı verdi” manasını taşıyan Bağdat’ın imar edilmesinde Halife Mansur’un emriyle 80 Bizans ve İranlı mühendis görev aldı. Caddeler ve sokaklar, yuvarlak bir plan üzerine kurulan Bağdat’ın merkezine yapılan Halife’nin sarayından kentin dışına doğru gelişerek, büyüdü. Halife Mansur, şehir kurulurken Sasaniler’in eski başkenti Medain’in kalıntılarından faydalanılmasını istediği için, şehir adeta başka bir kentin yıkıntılarından doğdu.

Bin bir gece masallarının Bağdat'ı Bağdat, Bin bir Gece Masalları’nda anlatılan refahın doruğuna Halife Harun Reşit döneminde ulaştı. İlerleyen dönemlerde tarıma dayalı zenginliği artan Bağdat, aynı zamanda önemli bir ticaret ve kültür merkezi haline geldi. Ortaçağ’da dünyanın hiçbir kentinin nüfusu henüz 100 bini geçmezken, bütün İslam dünyasının merkezi konumunda, çok sayıda fikir ve bilim adamının yaşadığı, Yunan akademilerine benzeyen okulların açıldığı Bağdat, 1 milyona ulaşan nüfusuyla göz kamaştırmaya başladı.

Kuruluşundan kısa süre sonra bu parlak dönemi iç çekişmelerle solan, büyüklüğü ve zenginliği nedeniyle sürekli saldırılara uğrayan Bağdat, 1258 yılında 800 bin kişinin kılıçtan geçirildiği Moğol istilasına uğradı. İlhanlılar, Timur, ardından da Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safeviler’in de hakimiyetine geçen Bağdat, 1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı döneminde bilim ve fikir merkezi olarak gelişimini sürdüren ve “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” atasözü – Bu sözün hikayesini de İskender Pala’nın İki Dirhem Bir Çekirdek adlı çalışmasından okumak gerekir - bugün bile belleklerde kalan Bağdat’a Türkler, çok sayıda eser inşa ettiler. İmam-ı Azam Külliyesi, Saray Camii Minaresi, Haydarhane Camii¸ Saat kulesi…

Bizden bir Bağdat vardı karşımızda. Bizden bir şehir. Çarşaflı, açık, sakallı, yeşillikler içerisinde, bir nev’i kozmopolit bir şehir. Kah İstanbul kah Konya… Sokakları ile insanları ile… Bir şey sorup da yardım etmeyeni olmayan bir Bağdat. Savaş, ister istemez her yerde. Hissediliyor. Sıkıntı olsa da Bağdatlılar hayatlarını devam ettiriyorlar. Başka ne çareleri var sanki? Her yer Saddam… Devasa posterler. Bir bakıyorsun komutan, bir bakıyorsun minicik bir kızın başını okşuyor. Halkın beleğine kazınan Saddam manzaraları… hemen tamamı Japon arabaları sular gibi akıyor Bağdat caddelerinde. Caddeleri bakımlı, düzenli, geniş… Alt ve üst geçitler trafiği rahatlatıyor. Hafızalarımızda güzellikleriyle kalan bir Bağdat. Elveda deyip vedalaşıyoruz. İşte o Bağdat’ın üzerinde “modern dünya” namlı canavar geçti.

Ve sürüp çıkıyoruz arabamızı Bağdat’tan. Bizim Bağdat’tan. İstikamet Kerbela.

Hiç yorum yok