Son Yazılar

Eski Defterler - 1

Okullarda, Edebiyat derslerinde kinaye açıklamasına örnek olabilecek bir ifade ile bu bölümde yazılan yazıların başlığını “Eski Defterler” diye adlandırmayı uygun buldum. Sebebi şudur: Evvela buraya alınan metinler “Eski Defterler”imden iktibastır. Kırkına yaklaşmış birisi olarak ve ömrümün 25 yılını okuma ile geçirdiğimi memnuniyetle ifade ederken okuma serüvenimin kitap – defter – kalem üçgeninde seyrettiğini; bakiyesinin değişik cilt ve ebatta onlarca deftere dökülen “derkenar” yahud “altı çizilen satırlar” veya “alıntı” şeklinde karşımda durduğunu görüyor, bunları dostlarla paylaşmak arzusu duyuyorum. Saniyen ve bu arzu duymanın da sebeb-i telifi olması açısından Kemal Tahir’in Notlar’ı veya Hilmi Yavuz’un Okuma Notları adlı eserleri ilhama kaynaklık etmiş olabilir ve fakat onlardan ayrılan daha serbest, daha samimi, daha “savruk”, daha derkenar özellikli yazılar olmasını istememdir. Kırkambar tadında, mümkün olduğunca alfabetik ve “kendince” olsun muradındayım. Daha başka ne diyeyim Mevla, yolumuzu aydınlık kıla…



Tarık Buğra’nındı eser: Düşman Kazanmak Sanatı. Eseri, yazarın değişik zamanlarda yazdığı gazete yazıları, deneme ve fıkraları oluşturuyordu ve yazmaya niyetli kimselere bir nevi “yazma ilkeleri” sunan hoş yazılar vardı. Bende mezkur yazıya istinaden kendime göre yazma kurallarını oluşturdum. Öğrencilere dağıtılan ders çalışma programlarını anımsatıyor ama sıkça geri dönüp bakmam gereken kurallar olduğunu düşünüyorum. Bazı maddeleri şu şekilde:

1. Yazmaya başlamak için, yazmaya başlamak gerekiyor.
2. Günübirlik olaylarla oylanmadan yergiye, övgüye, sövgüye kulak asmadan yazmak
3. Hüsn-ü zannı temel kaide bellemek
4. Yaz, tamamla ve gerekirse çöpe havale et. Yazdıklarını atmaktan korkma
5. Yazmak ve okumak için her an değil özel anlar oluştur. Disiplin, disiplin, disiplin…
6. Her yazdığını yayınlama, en güzeli kendine ayır.
7. Miras almıyorsun, mirasını kendin inşa ediyorsun. Kadirşinas bilmez asaletin olacak.
8. Yaz ve yürü. Allah her daim büyük. Yâr ve yardımcın olsun.

…….

Adsız parmak: yüzük parmağı
Abbas: isim, Arapça. Sert tavırlı, çatık kaşlı kimse.
Afakan (hafakan): Geçici olarak duyulan sıkıntı, yürek çarpıntısı

bu adsız parmağım
hiçbir zaman okunamamış öykümdür
yüzüm
bu şelaleler, bu açalyalar, bu hafakanlar
bu rindliğim
abdallığım, abbaslığım
afetliğindendir
bu

Üç aferin bir Tahsin eder derler eskiler…

Ağlama Duvarı: El Aksa Camisi'nin altında Yahudi inancına göre Hz. Süleyman Tapınağı var. Yahudiler, barış kentini kimsenin daha önce başkent yapmadığını iki kez kurulup iki kez yıkılan tapınaklarının burada olduğunu söylüyor ve kentten vazgeçmeyeceklerini belirtiyorlar. Tapınaktan geriye kalansa El Aksa Camii'nin yanı sıra altın kubbeli Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu Haremü'ş-Şerif'in hemen altındaki Ağlama Duvarı ya da Batı Duvarı. Yahudiler bu duvarın önünde sallanarak dua ediyor, uzaktan ağladıkları izlenimini verdikleri için de Ağlama Duvarı deniliyor buraya.

AKROSTİŞ
Bir şiirde dizelerin ilk harflerinin yukarıdan aşağıya doğru sıralandığında anlamlı bir sözcük meydana getirmesi. Divan edebiyatında akrostiş’e muvaşşah ya da istihrac denir. Eski Yunan ve Latin edebiyatında ise akrostiş "üç dize" anlamına gelir.

Varolan bir sen, bir ben, bir de bu bahar
Elden ne gelir ki? Güzelsin, gençliğin var
Dünyada aşkımız ölüm gibi mukaddes
İnan ki bir daha geri gelmez bu günler
Âlemde bu andır bize dost esen rüzgar

Cahit Sıtkı Tarancı

Ali Emiri(1857--1924): Araştırmacı, tezkire yazarı. Ömrü kitap okumak, yazmak ve toplamakla geçen Ali Emiri'nin zengin bir kütüphanesi vardı. Vefatından sonra bu kitapları Fatih Millet Kütüphanesine konulmuştur. Tezkirei Suara'yi Amid, Osmanlı Vilayet-i Şarkiyesi, Osmanlı Şehirleri, Diyarbekir'li Bazı Zevatin Tercime-i Halleri gibi eserleri bulunan Emiri, 32 sayı yayınlanan Osmanlı Tarih ve Edebiyatı dergisini ve 6 sayılık Amid-i Sevde dergisini çıkardı.

Ali Emiri Kütüphanesi (MİLLET KÜTÜPHANESİ):  Fatih semtinde, Feyzullah Efendi Medresesi'nde bulunan kütüphane, 1916'da, Ali Emiri Efendi'nin 16.000'i aşkın nadir eserden oluşan özel kitap koleksiyonunu bağışlaması ile kuruldu. Medreseye ait koleksiyon ve toplanan diğer kitaplarla zenginleşen kütüphanede bugün 9.000'i el yazması, 30.000'i Arap harfli toplam 70.000 kitap bulunmaktadır.
Müze olarak kullanılan bölümünün duvarlarındaki değerli hatların yanı sıra Sultan II. Mahmud'un yazdığı levhalarla, Arapça g;azete ve süreli yayınlar koleksiyonu da kütüphanede bulunan önemli şeylerin arasındadır. 1993'te araştırma kütüphanesi kimliğini kazanan Millet Kütüphanesi'nde, Dewey Onlu Sistemi'ne göre hazırlanmış katalog kullanılmaktadır. Eski koleksiyonlara ait basma ve yazma fihristler de bulunur.
Kuruluş Yılı: 1916


YAZMAZSAM DELI OLACAKTIM...

Söz vermiştim kendi kendime:Yazı bile yazmayacaktım.
Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi?
Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum.
Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak
için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yontuktan sonra tuttum öptüm.
YAZMAZSAM DELI OLACAKTIM...
Sait Faik Abasıyanık (1906 - 1954)


AZÂZÎL: Şeytan'ın başka bir adı. Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında Azazel, Azael, Hazazel diye de geçen bu kelimeye Kur'an-ı Kerîm'de ve Kütüb-i Sitte'de rastlanmaz. Bununla beraber İslâmî literatürde karşılaşılan bu kelime Azrâil ile karıştırılmamalıdır. İbni Kuteybe, Azâzîl'i İblis'in isimlerinden birisi olarak açıklamaktadır. (el-Maârif Beyrut 1390/1970, 8; Ayrıca Bkz. İbn Manzur Lisanü'l-Arab, Beyrut (t.y.) VI, 29) Hallâc-ı Mansur, bu konuda geniş bilgi vermektedir. Ona göre de Azâzîl, İblis'tir. Azâzîl, Hz. Âdem'e secde etmediğinden lânetlenmiş ve azledilmiştir. Önceleri gökte meleklere iyi, güzel şeylerden bahsederken sonra bu isyankâr tutumu yüzünden itibarını kaybetmiş olduğu için böylece adlandırılmıştır. İblis ile Azâzîl adları arasında bir türeme ilişkisi vardır (Hallac-ı Mansur, Kitabü't-Tavâsîn, terc., Y. Nuri Öztürk, İstanbul 1976, 109 vd.) Diğer müslüman yazarlarda da Azâzîl; İblis, Şeytan kelimeleriyle belirtilen varlığın bir adı olarak görülür.
İbrânî dilinde Azazel, Tanrı'nın kuvvetlendirdiği anlamına gelir. Kefaret gününde (Yom Kippur) mabeddeki serviste yer alan iki keçiden halkın günahını yüklenen birinin gönderildiği yer veya meleğin adıdır. Ancak kelimenin anlamında, kökünde etimolojisinde büyük çapta tartışma vardır.


AHMED PAŞA:


Doğum yeri Edirne. Ama doğum tarihi bilinmiyor. Ciddi bir öğrenim gördü. Bursa’da müderrislik, Edirne’de kadılık yaptı. Fatih Sultan Mehmet’in hocası ve sohbet arkadaşı oldu. Vezirlik rütbesi aldı. Fakat bir kabahati yüzünden Fatih’in emriyle hapsedildi. Ancak yazdığı "kerem" redifli kasidesini Fatih çok beğendi ve kendisini affetti. Bazı sancak beyliklerinde bulundu. İkinci Beyazıt zamanında Bursa sancak beyliğine atandı. 1497’de Bursa’da öldü. XV. yüzyılın en büyük divan ozanıdır. Gazel ve kasideleriyle dikkat çeker. Şarkı ve murabbada da olgun örneklerini verdi. Dizeleri divan şiirinin söz ve anlam özellikleriyle örülüdür. Farsça ve Arapça’yı ustaca kullanır. Ünü Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aştı. Kendisinden sonraki divan şairleri Ahmed Paşa’nın birçok şiirine benzetiler yazdı.

GAZEL

Eyâ peri nicesin hoş musun safâca mısın
Gele beri nicesin hoş musun safâca mısın


Şeker dudaklı kamer yüzlü serv boyluların
Semen-beri nicesin hoş musun safâca mısın


Bahâr-ı hüsn ü behada belalı bülbülünün
Gül-i teri nicesin hoş musun safâca mısın


Bizimle bir nefes insanlık eyle soruşalım
Gel ey peri nicesin hoş musun safâca mısın


Sefer kılıp gelir Ahmet ki deye şehrimizin
Güzelleri nicesin hoş musun safâca mısın?


GAZEL

Ey fitnesi çok kavli yalan yandım elinden,
Bir nâz ile bin gönlüm alan yandım elinden


Sen şem gibi gayr ile mecliste gülersin
Ben akıtırım yaş ile kan yandım elinden


Her hâr ile sen sohbet edersin dün ü gün ben
Derdim ederim mûnis-i can yandım elinden


Şol sunduğun âteş midir ey sâki bana kim
Kim aldın ele câm heman yandım elinden


Ahmet çeke cevrini göre lûtfunu ağyâr
Ey şefkati az şûh-i can yandım elinden

Arif Bey (Hacı) (1831-1885)


Türk besteci. Şarkı bestecisi olarak Türk musikisinde yeni bir çığır açmıştır.
İstanbul'da Eyüp semtinde doğdu. Eyüp Şeri'ye Mahkemesi Başkâtibi Bekir Efendi'nin oğludur. Daha ilköğrenimi sırasında güzel sesiyle dikkati çekti. Kendisiyle önce Zekâi Efendi (Dede) ilgilendi ve onu besteci Eyyubî Mehmed Bey'e götürdü. Arif Bey ilk musiki zevkini, bilgisini Mehmed Bey'den aldı. Altı yaş büyüğü olan, geleceğin değerli bestecisi Zekâî Efendi, onu hocası Dede Efendi'yle tanıştırdı; musikiye karşı büyük yeteneği olduğunu Dede Efendi de görmüştü. Arif Bey 1844'te Mehmed Bey'in yardımıyla Bab-ı Seraskeri'ye memur olarak girdi. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da musikiye vakit ayırıyordu. Bir süre Mehmed Bey'in Muzika-yı Hümayun'daki derslerine dışardan devam etti. Çok geçmeden sesinin güzelliğini haber alan Sultan Abdülmecid onu Muzika-yı Hümayun'a aldırdı. Saray'daki musiki hocası besteci Haşim Bey'dir. Haşim Bey'den çok yararlandı, ondan yüzlerce eser öğrendi. Okuyuş üslubunu da ondan aldığı söylenir.
Abdülmecid, Arif Bey'e Saray'da büyük yakınlık gösterdi; onu "kurena"lık (mabeynci) rütbesine kadar yükseltti, dördüncü Mecidî nişanıyla ödüllendirdi. Arif Bey haremdeki cariyelerin musiki hocalığı görevini de yürütüyordu. Bu dersler sırasında Çeşm-i Dilber adlı bir cariyeye âşık oldu. Padişahın izniyle Çeşm-i Dilber'le evlenerek Saray'dan ayrıldı. İki çocukları oldu. Ama bu evlilik yürümedi. Çeşm-i Dilber, çocuklarını Arif Bey'e bırakarak bir tüccarla evlendi. Arif Bey, "Niçin terk eyleyip gittin a zalim", "Düşer mi şanına ey şeh-i hûban" dizeleriyle başlayan kürdilihicazkâr şarkılarını terkedilmenin acısı içinde besteledi.

Bir süre sonra Abdülmecid tarafından "serhanende" olarak yeniden Saray'a alındı, gene haremdeki musiki dersleri hocalığıyla görevlendirildi. Besteci bu kez gene bir cariyeye, Zülf-i Nigâr Hanım'a âşık oldu. Bu olay Saray'da duyulur duyulmaz, Abdülmecid onları evlendirdi. Zülf-i Nigâr'ın kısa bir süre sonra veremden ölmesi, besteciye yeni bir acı kaynağı oldu. "Olmaz ilaç sine-i sadpareme" ve "Kemer çehre peri rû tende cânımsın-Nigârım dilberim ruh-i revanım" şarkıları bu acının ürünleridir.

İkinci kez evlenirken de Saray'dan ayrılan besteci, yeniden Saray'a dönmek istiyordu. 1861'de Abdülmecid ölmüş, kardeşi Abdülaziz tahta çıkmıştı. Arif Bey, besteci Rıfat Bey'in yönetimindeki Saray Fasıl Topluluğu'na "serhanende" olarak alındı; ayrıca gene cariyelerin musiki hocalığıyla görevlendirmişti. Onu iki kez evliliğe götüren bu görev, üçüncü kez de aynı sonucu verdi. Arif Bey bu kez Pertevniyal Valide Sultan'ın nedimelerinden Nigârnik Hanım'a âşık oldu. Musiki dersleri sırasında doğan bu ilişki de, padişah ile valide sultanın uygun görmesiyle, evlilikle sonuçlandırıldı.

Ömrünün sonuna kadar Nigârnik Hanım'la evli kalan Arif Bey'in Saray'daki bu üçüncü görevi on yıl sürdü. Ününün artık doruğundaydı. İstanbul'un musiki çevrelerinde, konaklarda, özel meşkhanelerde yapılan musiki toplantılarında en çok aranan sanatçıydı. 1871'de tekrar Saray'dan ayrıldı. Şura-yı Devlet'te, Beykoz Aşar müdürlüğünde beş yıl memur olarak çalıştı. Sultan Abdülaziz'in ölümünden sonra Muzika-yı Hümayun'da girişilen tasfiye sonucu Arif Bey de açığa alındı. V. Murad'ın üç aylık padişahlığından sonra II. Abdülhamid tahta çıktı. Besteci uzun bir süre işsiz kaldı, geçim derdine düştü. Zincirlikuyu'da bir çiftlik evine çekilip çevreden koptu. Bu sırada 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) patlak verdi. Arif Bey savaş yıllarını çiftlikte geçim sıkıntısı içinde geçirdi.

Savaş bittikten sonra Osmanlı Sarayı bestecinin yokluğunu yeniden hissetmeye başladı. Arif Bey'in içinde bulunduğu durum Abdülhümid'e iletildi. Bunun üzerine besteci yeniden Saray'da görevlendirildi. Hacı Arif Bey'in öğrencilerinden besteci Levon Hancıyan'ın anlattığına göre, Saray'a alınışı şöyle olmuştu: İran şahı Nasıreddin, eserlerini çok beğendiği Arif Bey'i İran Sarayı'na davet eder, padişahtan da besteciye izin verilmesini rica eder. Türk musikisinden öteki padişahlar kadar zevk duymamakla birlikte, Arif Bey'in şarkılarını seven Abdülhamid, şaha bestecinin Saray'dan ayrıldığından haberi olmadığını söyler ve onu yeniden Saray'a aldırır. Arif Bey bu arada Şirazlı Hafız'ın bir gazelini besteleyerek, İstanbul'a gelen şaha sunar. Eseri çok beğenen şah, besteciyi bir nişanla ödüllendirir.

Muzika-yı Hümayun'da dördüncü kez görevlendirilen Arif Bey'e kolağası rütbesi verildi, ama bu ona göre küçük bir rütbeydi. Arif Bey önceki padişahlardan gördüğü ilgiyi II. Abdülhamid'den görememenin huzursuzluğunu duymaya başladı. Sarayın eski canlı havası da kaybolmuştu; siyasi durum gittikçe gerginleşmekteydi. Abdülhamid'den umduğu yakınlığı görmeyen besteci, kimi zaman Zincirlikuyu'daki eve çekilerek sade bir yaşayışın verebileceği mutluluğu aradı, kimi zaman da padişahla çatışmayı göze alan davranışlarda bulundu. Abdülhamid'in "Şu şarkıyı oku", diye verdiği bir emre karşı, mabeynciye, "ben onun babasından çok saygı gördüm." Bana, "Şu şarkıyı oku" diye emir veremez. Sanatta padişah iradesi geçerli değildir. Cevabını vermesi üzerine, Saray'da hapsedildi. Elli gün sonra, nihavent makamındaki "Ahteri düşkün garibim, âşık-ı avareyim" şarkısını besteledi. İlk dizedeki "yıldız" anlamına gelen Farsça "ahter" kelimesi "talii düşkün" biçimine dönüştürülerek şarkı Abdülhümid'in huzurunda okundu. Eseri çok beğenen padişah, besteciyi bağışladı.

Arif Bey ölünceye değin Muzika-yı Hümayun'daki derslerine devam etti. İstanbul'da öldü. Yahya Efendi Dergâhı mezarlığına gömüldü.

Hacı Arif Bey Türk musikisinin en büyük bestecilerinden biridir. Klasik dönem bestecilerinin pek kullanmadıkları şarkı formuna yepyeni bir kimlik kazandırmış, bir şarkı bestecisi olarak yeni bir çığır açmıştır. Arif Bey'den sonra "şarkı", bestecilerin en çok işledikleri form olmuştur.

Arif Bey klasik formlarda birkaç eser besteledikten sonra başarılı olamadığını görerek doğrudan doğruya şarkı besteciliğine yöneldi. Eski musikinin ağır, mistik anlatımından, beste, semai formlarına özgü usullerden, terennüm zorunluluğundan kurtularak, daha sade, daha içten, halkın daha kolay zevkine varabileceği eserler bestelemek istiyordu. Bu anlayışla bestelediği şarkıları biçim ve üslup açısından önem taşır. Biçimsel açıdan bakıldığında, sanatçının şarkıyı belli kuralları olması gereken bir form anlayışı içinde ele aldığı görülür. Klasik dönemde şarkının biçimi, kuralları yeterince belirgin değildi; şarkı ancak üslubuyla öteki formlardan ayırt edilebilen, genellikle serbest bir formdu. Eski şarkılar arasında, şarkı formuna ya da formun farklı türlerine örnek gösterilebilecek kuruluşta eserlerin sayısı az değildi, ama şarkı formlarının kesin kurallara bağlanması ilk kez Arif Bey'in eserleriyle gerçekleşebilmiştir. Arif Bey kendisinden sonraki şarkı bestecilerini bu yolda etkilemiş, böylece şarkı kesin biçimini almıştır.

Arif Bey, üslup bakımından da kendisinden önceki şarkı bestecilerinden ayrılır. Eserleri günümüzde "klasik koro" programlarında okunmakla birlikte, klasik üslupta değildir. Form konusundaki kuralcılığına karşılık, anlatımında klasik dönemin sıkı kurallarına uymayan serbest bir lirizm görülür. Kendisinden önceki geleneğe bağlı bestecilerden farklı olarak, genellikle kişisel konuları işler, bazı şarkılarının konusu doğrudan doğruya kendi yaşantılarından kaynaklanır. En belirgin özelliği, musikinin inceliklerinden özveride bulunmadan toplumun geniş bir kesiminin zevkine seslenebilmesindedir. Yaşadığı dönem, halk zevkinin saray zevkini etkilemeye başladığı bir dönemdir. Musiki artık yalnız saraylarda, tekkelerde değil, bu çevrelerin dışında, özellikle konaklarda, yalılarda da icra edilmekte ve dinlenmektedir. Arif Bey'in bir zevk değişikliğini yansıtan şarkılarındaki üslup kendisinden sonraki hemen bütün şarkı bestecilerini etkilemiştir, öyle ki, klasik formlarda verilen eserlerde bile onun etkisi görülür.

Şarkıları teknik bakımdan kusursuzdur, makam ve geçki zenginliği, ritm çeşitliliği gösterir. Özellikle "nevzemin" adını verdiği, altı ya da sekiz mısralı değişmeli (usul değişikliği yaptığı) şarkıları bu zenginliğin ve çeşitliliğin en belirgin örnekleridir. Aynı makamı, aynı usulü kullandığı halde, çok değişik duygular uyandıran şarkıları vardır. Birbirine benzeyen şarkıları çok azdır. Hiçbir zaman tekdüzeliğe düşmez; hemen her şarkısına yeni bir renk, nüans katmasını bilir, kullandığı makamın o zaman kadar işlenmemiş bir yönünü yakalar. Sekiz zamanlı üç vuruşlu "müsemmen" usulü onun buluşudur. Türk aksağını çok başarılı bir biçimde kullanır. Şarkılarında beste ile güfte tam bir bütünlük içindedir. Kürdilihicazkâr makamını da Arif Bey oluşturmuştur. Anlatım olanakları çok geniş olan kürdilihicazkâr, Türk musikisinde en çok kullanılan makamlardan biri haline gelmiştir. Arif Bey'in bu makamdan bestelediği şarkılar, onun kişisel üslubunu yansıtan, özgün bir güzelik taşır.

Çok üretken bir sanatçı olan Arif Bey'in günde yedi, sekiz şarkı bestelediği olmuştur. Bir keresinde Sultan Aziz'in verdiği bir güfteyi yedi ayrı makamda bestelemişti. Bu esin bolluğu içinde sanatçı eline geçen şiirleri anlamına, değerine bakmadan bestelemek zorunda kalmıştı. Bu yüzden kimi şarkılarının güftesi çok zayıftır.

Hacı Arif Bey bütünüyle Türk musikisinin sözlü öğrenim geleneği içinde yetişmiş bir besteciydi. Nota bilmiyordu, herhangi bir saz da çalmazdı. Ama çok güçlü bir belleği vardı, bini aşkın eser ezberindeydi. Çok iyi bir okuyucuydu. Şevki Bey, Levon Hancıyan, Zati Arca gibi öğrenciler yetiştirdi. Arif Bey Mecmua-i Arifi adlı bir de güfte derlemesi yayımladı; bu derlemede sanatçının kendi şarkıları da vardır. Bine yakın eser bestelediği söylenir, ancak 337 parçası notalarıyla günümüze kalmıştır. Bunun 327'si şarkı, 10'u öteki formlardaki eserlerdir. Bu 10 eserin de altısı ilahi, biri tevşih, biri durak, biri beste, biri de yürük semaidir.

Eserleri (başlıca): Meyhanemi bu, bezm-i tarahhane-i cem mi; Çekme elem-i derdini bu dehr-i fenanın; Deva yokmuş neden bimarı aşka; Geçti zahm-i tîri hicrin ta dil-i naşadıma; Kanlar döküyor derdin ile dide-i giryan; Gurub etti güneş dünya karardı; Çözülme zülfüme ey dil rüba, dil bağlayanlardan; ben buy-i vefa bekler iken sûy-i çemende; Humarı yok bozulmaz meclis-i meyhane-i aşkın; Tasdî edeyim yari biraz da sühanimle; Bir halet ile süzdü yine çeşmini dildar; Esti nesîm-i nevbahar açıldı güller suhh dem; Mükedder derd-i pey-der peyle şimdi; Kurdu meclis, âşıkan meyhanede; Bülbül yetişir bağrımı hûn etti figanın; Nigâh-ı mestine canlar dayanmaz; Zahir-i hale bakıp etme dahil bir ferdi; Bahar oldu beyim evde durulmaz.

Hiç yorum yok