Diziden Düşenler
Uzun soluklu bir dizi oynuyor TRT ekranlarında: Payitaht "Abdülhamid".
Bugün itibarıyla 136. bölüm yayınlanacakmış.
Çok iyi bir takipçi olduğum söylenemez. Bunun iki sebebi var sanırım. Birincisi makus talihin ne olduğunu bilmem. İkincisi ise "ne yazık ki" çok sabırlı bir insan değilim.
Aşk ve ihtiras haline gelmiş çalışma tarzına sahip olamamam da bu "ne yazık ki"nin içerisinde mütalaa edilebilir.
Kaybettim, hükümlüdür demek isterdim.
Artık "var mıydı?" ondan da emin değilim.
Geçelim bu faslı. Önce şaire kulak verelim sonra Abdülhamid'e dönebiliriz.
"Kudemânın görüp âsârını biz zevk ettik
Kudemâ görmedi hayfâ bizim âsârımızı"
Kudemâ görmedi hayfâ bizim âsârımızı"
Üstad Nâbî de böyle diyorsa zamana ediba ne desin efendiler?
Payitaht "Abdülhamid" 1908'de hâl ediliyor. Selanik'e sürgün. Balkan Harbi üzerine İstanbul'a getiriliyor. Beylerbeyi Sarayı. Vefatı. Cenazesi. Arkasından yazılanlar, söylenenler...
Koca Padişah'tan ülkeyi devralan İttihat ve Terakki kadroları dahil İstanbul halkının neredeyse hepsi sultanın vefatına üzülmüşken aynı zamanda denemeci, bestekar ve şair olan Ahmet Rasim şu beyt ile neler anlatıyor:
Sen değil, naaşın hükümdar olsa elyakdır bize
Dönsün etsin Taht-ı Osmani'ye tabutun cülus
Bu beyt, bu haykırış, bu hakikati teslim çok sözün gereksiz olduğunu, Sultanın hâl edilişinden sonra çok da uzun zaman geçmeden kıymetinin nasıl bilindiğinin göstergesi. Lakin iş işten geçmiş; ölen ölmüş, kalan kalmıştır.
Sultanın arkasından söylenenler ve söylenmeyenler, tarihteki yeri ve tesiri, sevenleri ve sevmeyenleri tarihçilerin işi.
Ben kendi nasibime düşeni dillendireyim.
Belki bir başka yazıda "biz nasıl tanıdık, nasıl biliyoruz" nasip olur...
Kim bilir?
Ya nasip.
Hiç yorum yok