Yıldız’dan Beri
Yıldız’ın pencerelerinden bakan adam önce sürgüne, sonra öbür dünyaya gitti gitmesine lakin Fukuyama’nın beyanı üzere ne tarihin sonu geldi ne sıkıntılarımızın. Hâlâ aynı otlakta kalan atlarımız, meşrutiyet sloganları arasında kelle alıp kelle vermenin ulusal mizahını kara gözleriyle seyirden kurtulamadılar.
Ahmet Mithat Efendi, el âlemin zıddına batıya bıyık büktü. "Ey okuyucu" nidaları ile başlayıp nasihatlarla bitirdiği romanlarında Akdeniz’den Atlas Okyanusu’na kadar köpek balıklarıyla kovaladı Venediklileri. Cenevizlilerle muharebe şıkkı ise bizim gibi kot pantolonlu, dağlı insanlara düştü. Nuh da dedik nebî de... Sonra gökten üç elma düştü. Leyla ile Mecnun kapıştı ikisini. Bizim nasibimiz enflasyon, ezilmişlik, şehrin varoşları, Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur düştü. Gecemiz arabesk, gündüzümüz realite iklimleri arasında gitti geldi. Maçlar kazandık; kendimizi adam zannettik. Şehirlerin iskânına koştuk; medeni olduğumuz girdi rüyalarımıza. Çocuk masalları gibi yaşadık vesselam: fantastik, sonları önceden belli, yavan, ama hoş, ama sürükleyici. Sonra Cervantes hazretleri arz eyledi. Kosova’dan Rodos’a, Nil kıyılarından Kafkaslara kadar biraz Orhan baba, biraz mehteran bölüklerinin mızıka-yı hümayun sıfatları arasında yel değirmenlerine saldırdık. Şehre yağmur yağdı. Logarlar tıkandı. Otomobiller viyadüklerden aşağı uçtu. Bir günde yüzden fazla insan telef oldu karayollarında. Olağandı netekim...

Bir tek Ahmet Mithat vardı derdimizden anlayan. Gazetelerden devamlı takip ettik yazdığı romanları, hikâyeleri. Felatun Bey ile Rakım Efendi arasında gidip gelen efkâr-ı umûmiye nihayet kararını, kuzu görünüşlü kurt olan Felatun Bey’e tebdil eyledi. Film koptu. Senelerce süren aynı kareleri yeniden izlemeye koyulduk, ilk kez seyrediyoruz edasıyla. Rakım Efendi, bir köşede mahzun, taraftarsız âşiyânına sığındı.
Bizse bir hezimetin öyküsünü bir kez daha yazmak ve yaşamak zorunda kaldık. Yıldız’dan beri...
Hiç yorum yok