Son Yazılar

Geldiler – Gördüler - Yendiler

Venedik gemileri limana yanaştı. İlk karşılayanlardan biri 6. Filo oldu. Devrimciler, yüksek tonda sloganlarla buyur ettiler. Che, oradaydı. Orhan Pamuk, Tolstoy, Cemil Meriç, Kemal Tahir ve hatta Galatasaraylı Hagi oradaydı. Yıldız Sarayı’ndan aralanan tül perdenin gerisinden bir çift efsunlu göz, müteessir seyrediyordu manzarayı. İstese Hassa ordusunun bir bölüğünü veya ona gözleri gibi bakan Arnavutlardan bir kısmını gönderebilir, Çakırcalı Mehmet Efe üslubunda “Kıpırdamayın ülen, yakarım” diyebilirdi. Demedi. Hareket Ordusu’na bir şey demediği gibi. Seyretti yalnızca. Senelerce alt yapısını oluşturduğu, beklediği durum gerçekleşmiş, Sibel Can’ın TGRT namlı muhafazakar kanaldaki göbek atışları ile havaya uçmuştu. Müteessirdi. Ne Namık Kemal adam olmuş ne Necip Fazıl “Ulu Hakan”ı yazmıştı. Ali Suavi dahi 5. Mehmet’ten zır deli idi. Devrimciler, faşistler inecek zannında idiler gemiden. Nazım Hikmet indi önce. Sonra İslamcılar...

Sonra yağmur yağdı. Sonra “Yağmur yağıyor / Seller akıyor / Arap kızı camdan bakıyor” tekerlemeleri ile mafya, Selanik’e gönderilişinin yıldönümünü kutladı Sultanın. Dev özelleştirme ihalelerinde, basın ve yayın kuruluşlarının alınıp satılmasında başrol oynayarak tarih ve millet kavramlarını ortadan kaldırdı. Sonra yine yağmur yağdı.

Ve Normandiya’ya ulaştı Vikingler. Kendilerine ne istedikleri sorulduğunda: “Danimarka’dan geliyoruz ve niyetimiz Fransa’yı ele geçirmektir.” dediler. Reislerinin kim olduğu soruldu. “Reisimiz yoktur; biz hepimiz eşit yetkiye sahibiz” vecizesini buyurdular. Ve eklediler: “Kimseye boyun eğmeyiz biz, her kim olursa olsun. Kulluk etmeyi asla kabul etmeyeceğiz.” 

Etienne de La Boétie “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” isimli eserini bizim için mi yazmıştı acaba? Hayır, ama alçak Venedikliler biliyordu kulluk zafiyetimizi. Onun için gemileri ile ambarlarında demokrasi, hürriyet, enflasyon ve mafya sandıkları naklettiler güzelim ülkemize. Onun için Fareli Köyün Kavalcısı, gittiği her yerde Venediklilerin kötülüğünü veba olarak taşıyordu. Bizimse yapacak çok şeyimiz vardı daha. Hân-ı Yağma bitmemişti daha. Daha tam manasıyla ırzına geçilmemişti vatanın. Sermaye, egemenliğini ilan etmemiş, saman altından su yürütmekle zaman geçiriyordu. Ne şerefsiz Şahın yaptıkları ne Kızılderililer ne de Gandhi önem arz ediyordu. O Gandhi ki Müslümanlara fazla müsamaha gösterdiği gerekçesiyle fanatik bir Hindu tarafından öldürüldü. Fanatik bir İsrailli gibi... Yani bizdik fail-i meçhul cinayetlerin tek müsebbibi, tek sorumlusu. Ne zaman ki adamın biri kalkıp “Takva”yı “Sorumluluk duygusu” olarak tefsir etti, tepesine bindik, anasından doğduğuna pişman ettik onu. Çünkü bu izah, işine gelmiyordu Diyanetin.

Sonra rüzgar esti. Ne var ne yok silip süpürdü tarih sahnesinden. Eteklerimize bir kor ateş bırakarak. Su arandık geceler boyu. Çocuklarımıza “akıtın len üzerine” dedik. Akıttılar. Her gelen yeni nesil akıttı. Tarih, fosseptik olarak anıldı ülkemizde. İyi de aynı statüde, kötü de... Kimin umurunda yaşananlar? Umursanacak ne kaldı 20. Asırda? Sultan’a attığımız bilyelerimizden başka?

Yarın yine yanaşacak rıhtımımıza Venedikliler. Sandıklarında elma şekerleri, cipsiler, çikilotalar olacak. Mustafa Reşitler, Mizancı Muratlar, Yalan Söyleyen Tarih Utansınlar kapışacak. Ziya Paşa, Sadrazam olmak için çırpınacak. “Bu sefer oyunuzu bana verin, bir de beni deneyin” diyecek erbab-ı siyaset. Mithat Paşa, soluğu Amerikan Büyükelçiliği’nde alacak veya Pan Am uçağında. Gönüllü kulluk vazifemizi canhıraş bir şekilde yerine getireceğiz vesselam.

Hiç yorum yok