Çağıltı

Yokluğu görmüş güzel annem, bir iğnenin dahi gün gelip “gerek”  olacağı bilgisini öğretti bana. Ulaşmam zaman da alsa, “var” olan bir  şeyin “varlığını” unutmam. Hangi kuytuya, hangi deliğe girerse girsin,  arar bulurum. Belki arşivciliğim, annemin zihnime kazıdığı bilgiye  dayanır. Sarı, büyük zarflarım vardı bir zamanlar. Sigara paketi  ebadında beyaz kağıtlara notlar düşer, alfabetik yerleştirirdim  zarflara. Devr değişti, dijital ortam genişledi vs. Olan kağıt ve kaleme  oldu hasılı.

Kış başlangıcı bir elektrikçi dükkanına, ampul almak için girince,  vitrinde asılı elektrik kordonuna ilişti gözüm. Evdeki teybin 3 – 4  senedir kordonu yoktu. Sebep oldu, aldım. O akşam gelinlerin çeyiz  sandığı itinasıyla küflü kutuyu açtım. İçinde fî tarihinden kalma  kasetler vardı. Kimini bağırsakları dışına taşmış, kiminin yüzü başka  içi başka, kimi...

Soyundum çileye dönmemesine
Bilendim ışıktan gözyaşlarıyla...


Eski bir alışkanlık Çağıltı kaseti kondu teybe ilk olarak. Ne  dinlerdik be Çağıltı’yı? İhtiyarladığımdan olsa gerek nostalji sıkça  uğramaya başladı semtime. Arif Nihat’ın Naat’ından, güzel insan Akif  İnan’ın bestelenmiş bir çok şiiri 90 öncesine götürdü. Öylesine bir  gitme ki Muazzez Ersoy yaya kalırdı yanımda.


O zamanların İslami kaynakları arasında, kitaptan – dergiden sonra  kasetler gelirdi. İlahi kasetleri, İslami ezgi kasetleri karşısında  mağlup olmaya başladı. Bu dönemden sonraki bazı ilahi kasetlerinde,  bazılarının asla ve kat’a olmaz dedikleri “müzik” epey pirim bile yaptı.  İslami ezgilerle şiir de atağa geçti. Üstadların bilinen – bilinmeyen  şiirleri bestelendi peşpeşe. Hal böyle olunca teyplerin favori  cihazlarımız olması kadar tabiî bir durum olamazdı. Ne kasetlerdi onlar:  Hüzün Şiirleri ile İbrahim Sadri, Sezai Karakoç’tan okuduğu şiirlerle  Murat Kapkıner, kendi sesinden Necip Fazıl, İsmet Özel ve Erdem Beyazıt;  sonra yine “Unutulmayan Şiirler”le İbrahim Sadri; Kalksam ve DirilsemGün Batıdan Doğmadan, Doğ Ey Güneş, Döneceğiz Mekke ve Ömer karaoğlu... ve elbet bant tiyatrolar: İmam Rabbani, Malcolm  X, Yusuf İslam...

İşi gücü bırakıp dinlerdik, iş görürken, okurken, yemek yerken,  arabada giderken dinlerdik. Aksesuar değil ihtiyaçtı o vakitler.

Kurmak bize düştü bu kalbi sökülmüş çağı
Buyruk en ağır yükün altına saldı beni...


Hâlâ 80’li yılların sonundayım. Hâlâ “Afganistan  Çağıltısı”nı dinliyorum; fonda Rodrigo’nun muhteşem Gitar Konçertosu ile  Naat, Sakarya... Paylaşım sitelerinde, Video sitelerinde yerlerini almış ezgilerimiz, şiirlerimiz. Ne güzel... Enter tuşuna basarken “Telgrafın tellerini  kurşunlamalı” diye rahmetli Erdem Beyazıt’a gönderme yapmanın lezzetini  tadıyorum. Kasetten digitale benim ezgilerim.

Bir deyim olarak “kök sökmek / söktürmek” ne demektir bilirsiniz  değil mi? Peki ya kaçınız “kök söktünüz?” Bu da soru mu demeyin? Kaçınız  kök söktü? Ben söktüm. Tabir caizdir, adamın anasını ağlatır bu iş;  nefesiniz gırtlağınıza tıkanır; ter, hücuma geçer. Kök ne kadar derinde  ve ne kadar geniş alanı istila etmişse gövde o kadar güçlü, o kadar mümbittir.  Çünkü görüneni rahşan kılan köktür. Köklerimizi ne kadar sağlam tutarsak  o kadar diriyiz demektir. Gövdeyiz ve beslendiğimiz köklerin  çeşitliliği ile mükemmeliyeti dimdik ayakta tutandır bizi. Bir nağme  esas olana köprü olur. Bir mısra içimizdeki kıvılcım olur, tetikler,  yakar, ayağa kaldırır. Ne biliyorsunuz ışığın her daim doğudan  geldiğini? Ya sırılsıklam bir şiir...

Acılar umudu buldurur bize
Bir zırha büründüm bu çağa karşı...

Hiç yorum yok