Söze Söz Düştü
Nasıl andırmasın ki sabah namazıyla atıyorum ayağımı bahçeye. Kuşluk vaktiydi. Güneş bir mızrak boyundaydı. Mızrak neredeydi. Hay senin mızrağına diyesiye saat öğleye yaklaşıyor. Ya hu ne çok işi oluyormuş bu el kadar bahçenin. (El kadar dediysek basite indirgemeyin lütfen, lafın gelişi o, lafın gidişinde iki dönüme yakın bir alan tahayyül ediniz yeter.) Ot alıyorum arkam sıra tekrar çıkıyor; bel üstüne bel yapıyorum bana mısın demiyor toprak; asmalara kükürt verilecek, ağaçlar ilaçlanacak. (Yok bak onu yapmıyorum doğru söylemek gerekirse.) Alenen zehir ya hu. İlaçların üzerinde “zehirli” yazıyordu. Şimdi “çok zehirli” yazıyor. Ukrayna bile Antalya’dan giden domatesleri iade ediyor. Sebep: Kullanılan ilaç miktarı. Geçenlerde bir eczacı dostumdan duydum, o da benim gibi takıntılı, bahçeye ilaç sokmuyor. Elmalardaki kırmızı kurta, asmalardaki salkım güvelerine, kayısılardaki kevziye kocaman bir bidonda yaptığı karışımı veriyormuş. Not alınız efendim size de lazım olabilir: 30 lt için iki çay bardağı arap sabunu (e bu kimyasal değil mi şimdi?), iki çay bardağı toz kükürt, yarım bardak tercihen acı toz biber (hayda bu haşerat doğulu ise n’olcak) , istenirse yarım çay bardağı da zeytinyağı… Bunu duyunca ben ne yaptım? Ne yapacağım, bu ölçü bana yetmez al sana üç çay bardağı dedim, güzelce harman yaptım, elime aldım hortumun ucunu, adi İtalyan malı su motoru bastı, ben rüzgarı arkama alarak bir güzel yıkadım, bör böcük kısmına saldırdım, barbar oldum, talan ettim ortalığı. Netice? Haşerat, yaprağın altından nanik yapmaya devam ediyor. Sağlık olsun. Vatan sağ olsun. Ben onların hesabını daha pratik görürüm nasıl olsa. Bitti mi sanıyorsunuz bahçe işleri. Bitmez efendim, suyu var, çapası var, hasatı var, aşısı var, sökümü var, dikimi var… Birine beddua mı edeceksiniz, “bağın, bahçen olsun” diye beddua ediniz işi tamamdır. Bana ilaveleriyle böyle bir dua edildiydi de seneler önce gülüp geçmiştim heyhat… Ökçeler ne halt yesin efendim.
Sol yanım Halid Aslan akrebin kuyruğu ile oynuyor elinde bir çöp. Hayvana kafayı bulduracak. Bir yandan da bana laf yetiştiriyor.
- Duayı anlatmayacak mısın?
- (Anlamazlıktan geliyorum) Ne duası?
- Akrep iste misin?
Lafı uzatmaya gelmez. Aksi, suratsızın birisidir. İnattır hem. Kucağımda doğdu sanki ne o bensiz ne ben onsuz yapamayız. Binlerce yıllık sırdaşım, yüzlerce yıllık kardaşım…
- Haydi artık anlatsana.
- Hay senin merakına akrep düşsün… Benim hikayem büyükanneme yemek götürmek için ormandan geçmeye karar verdiğim anda başladı!..
- Dikkat et, akrep geliyor.
Üniversite okuyoruz. Eş dost var şükür; aş iş var. Rayına bindirmişiz okulu. Devam sıkıntısını savuşturunca dersler mesele olmuyor. Baba derslerde iyiyim de bir iki hoca ile lafımız karşılaştı, onların endişesi var. Başka kaygı edilecek durum yok. Aslan gibi öğrenciyim, çalışkanım, yeter not arzusundayım, yukarılarla mesafeliyim. Daha ne olacak? Sabah birkaç saat okula, sonrasında gazeteye gidiyorum. Ne diyorlar şimdilerde, gavurca bir ifade, part time çalışıyorum. Patronum ilerde milletvekili hatta bakan olacak bir zat-ı muhterem. (Rıza Güneri. Bir ara O’nu da yazmalı) O’nun kendiyle, benim kendimle ilgili hayallerimiz var. Benim hayallerim oldukça sarih aslında. Eve mümkün olduğunca sıkıntı olmamak. Allah bereket versin, öğrenci için üç kuruş üç kuruştur hele sigaradan başka lüksü olmayan ben için. Allah var iyi tüttürüyorum o zamanlar. Ağzıma ilk koymaya başladığım günlerden beri iki paket uzun samsunu bırakacağım günlere değin aynı hız, aynı samimiyet, aynı muhabbet ile tellendirdim. Hakkını verdim sanırım sigara içmenin. Sigara kadar belki daha fazla masraf benim için kitaplardı. Anamın tabiriyle ayağıma çorap almaz kitap alırdım. Ne eni vardı ne sonu. Okudukça okuyordum. Aldıkça alıyordum. Öyle kütüphaneye giden, emanet kitap alıp okuyan efendiler gibi asla olmadım. Hep kendi kitabımı okudum. Kitap benim olmalıydı ki istediğim gibi okuyabileyim. Gerekirse yırtabileyim. Altını çizebileyim. Kapak içine alangirli imzamı atıp tarih düşebileyim. Cigaramı kelimelere rahatça üfleyebileyim. Gerekirse odam gibi sarartabileyim. Ya efendi biz ne yaparsak hadsiz yaparız, sonra da alırız boyumuzun ölçüsünü. Böyle hadsizliğimi gören can dostlarımızdan, canımız ağabeylerimizden birisi ortada çay, dışarıda kar, ağızlarda sigara, yüreklerde muhabbet açtı ağzını, döktü kelimeleri:
- Sana şöyle dağ başında bir ev, bir kamyon kitap, birkaç kamyonda sigara ve çay olacak yeter…
Sanki kadir gecesi imiş de duaların kabul anına denk gelmiş bu sözler. Be hey adam Allah’tan istenebilecek o kadar şey varken şu istediklerine bir bakıver. Dua mı ediyorsun, bedduada mı bulunuyorsun anlayana aşk olsun.
Bu meclise ve bu sözlere şahit olan güneş etrafında dünya, tur üstüne tur atar ve Neşet Ertaş “Zülüf dökülmüş yüze”nin o muhteşem ezgisi tınlatırken bir baktım dağ başında bahçe içerisinde bir eve konmuşum. Burnumun yukarıda oluşuna bir de evimin yukarda oluşunu denk getirmişim ve ağzımı aşağılara vererek bila-fasıla okuyorum. Okuyayım ki büyüyecek ve adam olacağım. Yaşım kırk rakamının içerisinde bir yere mevzilenmiş, mühim değil. Okumanın yaşı mı var ya hu? Okuyacağım işte. Size ne, bu gözler benim değil mi? Kitap kuru kuruya gitmez efendim. Çay gün içinde birçok kez demlenmeli, kelimelerin ritmiyle dudaktan yüreğe akıp gitmeli değil mi? Çayı koyu demleyin şeyhim çayı çok sever. Dua üçlemesinin sonuncusu sigaranın da hakkını verdim iki sene öncesine kadar. Tayyip Bey sevinsin diye bıraktım efendim. Yeter dedim. Tayyip Bey’e gelene kadar ne çok sevinen varmış gördüm de hayret ettim. Bilsem daha önce bırakırdım doğrusu. Ehl-i Duhan duyurulur.
Yirmi küsur sene önce söylenen bir sözün dönüp dolaşıp alnıma yapıştığını görüyorum.
Ökçelerim bir kocakarının ökçelerini andırmasın da ne yapsın?
Hiç yorum yok