Delinâmeler - 5
ONALTI
İtiraf ediyorum: ihanet ettim. Ne düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum; lakin vakıa bu. Kaçınılmaz olan gerçekleşti ve şairin “ihanet etmedim Eylül” serlevhasına inat ben ihanet ettim. Ne etimolojik tahlillere girişeceğim ne siyak ve sibakından bahsedeceğim. Şu kadarını söyleyebilirim:
Çetin sonbahardı mevsim. Soğuktu ve dahi yağmur çiseliyordu. Ayaklarım, hiç ısınmayan ayaklarım yine üşüyordu. Çetrefil duygular içerisindeydim. Attığım hiçbir taş yerine varmıyordu. Iskalayan hep bendim. Ofsaytta kalan, şiirlerin sonunu getiremeyen, masumiyet ve karıncaezmez fotoğraflar çektiremeyen... Erciyes’e birbiri ardına mevsimin taze karları düşüyordu. Üşüyordum. Ağaçlar, bulutlar, caddeler, apartmanlar dik dik bakmaya başlamışlardı. Serinliğim, uzun yürüyüşler dahi sıkar olmuştu. Bir yaprak çarptı suratıma. Sanırsın okkalı bir Osmanlı tokadı yedim. Etraftan utanmasam boylu boyunca uzanacaktım. Biteviye el kol hareketleri ile sağa sola düdük öttüren trafik polisi dahi kaldırımda sendeleyen beni fark etti. Korktum da. Kolluk güçleri ile ne ilgim olabilir dedim teselli mahiyetinde kendime. Ceplerim yine boştu. Saçlarım uzamış, sakalım, bıyığım usta bir berber koltuğuna hasret kalmıştı. Muavezeteyn okudum, ardından Ayet’el Kürsi. Geçmedi, geçmedi. Ukde oturdu gırtlağıma.
Okullarda arka sıraların müdavimi olduğum günleri hatırlattı göbeğine kadar kravatını indirmiş, pespaye, pejmürde ve jölelerle dikleşmiş saçlarıyla gördüğüm genç. Bizde bu meziyetler olmazdı; sadece arka sırada oturur ve ders ile hemhal olmaktan ziyade kendi ufuk çizgimiz içerisinde yakız uzak hayallere, defter ve kitapların ciğerine çiziktirdiğimiz eskizlere dalar ve hep susardık. İçimizdeki Fransız ihtilallerine inat susardık. Bu genç modern zamanlar gibiydi. Çorabından çıkardığı cigarayı yaktı korkmadan, etraftan ürkmeden. Hey gidi nesil dedim, bizim zamanımızda… Şehrin en ücra mekanları dahi olsa korkarak ha sigara yakardık ha elimizi. Ha elimiz yakardık ha yüreğimizi. ha yüreğimiz yakardık ha sevgilimize yazıp da gönderemediğimiz mektubun bir köşesini. Sigara içmek kadar ruhumuzu dinginliğe sevk eden bir eylem daha yoktu ve "adam" sayardık kendimizi. Hele içtiğimiz Uzun samsun ise.
Sonra sonra gün döndü, ırmaklar ters aktı, durmadan efkar ritimli, küf kokulu rüyalara düçar olduk. Ne sevgilimiz vardı ne işimiz gücümüz. Şu sorular fink attı başımızı üzerine gençken:
Bu kasvet, bu kasavet, bu efkâr nedir?
Rüyalarımızda yükseklerden düşen hep biz olduk ne çare.
Tatar akıncılarını hatırlıyorum. Puslu bir sabah vakti. Yine soğuk. Bozkırın nefesi hep soğuktur. Vaveylalar, yangınlar vicdansızca savrulan kılınçlar, inlemeler ve sükut… Hatırlamıyorum sonrasını. Biteviye sallanan, gıcırdayan bir alametin, izbe, karanlık mahzeninde adına gemi dedikleri homurdayan canavarda açtım gözlerimi. Susmaktan başka yapacak bir şeyi olmayan çocuklar doluydu her tarafta. Sustum.
Cenevizlilerle savaşa gidiyorduk. Ellerime baktım. Kalem tutan ellerim kılıcı nasıl tutacaktı? Gemi bir o yana bir bu yana sallandıkça, canhıraş feryadlar dökülüyordu içime. Sustum. Hayır istesem de konuşamazdım. Sustum. Çocuklar gibi titriyordum.
Bir meş’ale tutuşturdular elime. Yandıkça bitti, bittikçe elimi yaktı. Atayım dedim giyotin gösterdiler. Ellerim yanıyordu. Su ve susmak arasında boğazıma dizildi harfler. Bir feryad daha savurdum haçan illerin semasına.
Cigaram elimi yakıyordu. Ruhumu kasavetli zindanlara atan "uzaktan sevmeleri"me ihanet ederek sigarayı yere attım. Attım ve bastım çığlığı:
Hey dedim kahrolası… Boşadığım avradın topuğuna bakar mıyım ben?
Uzun Samsun içenler aşiretine ihanet ettim. Suçum bu ve farkındayım cezamın ağırlığının. Yine de bir yük kalktı omuzlarımdan. Özgüvenim geri geldi. Sigarasız nefes almak nedir tekrar bildim, sevindim.
Sigaraya ve sesini dahi duymadığım sevgilime ihanet ettim sayın yargıçlar.
Sene devirdim üzerinden. Ne karar verirseniz verin.
Sizi de takarsam namerdim.
İtiraf ediyorum: ihanet ettim. Ne düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum; lakin vakıa bu. Kaçınılmaz olan gerçekleşti ve şairin “ihanet etmedim Eylül” serlevhasına inat ben ihanet ettim. Ne etimolojik tahlillere girişeceğim ne siyak ve sibakından bahsedeceğim. Şu kadarını söyleyebilirim:
Çetin sonbahardı mevsim. Soğuktu ve dahi yağmur çiseliyordu. Ayaklarım, hiç ısınmayan ayaklarım yine üşüyordu. Çetrefil duygular içerisindeydim. Attığım hiçbir taş yerine varmıyordu. Iskalayan hep bendim. Ofsaytta kalan, şiirlerin sonunu getiremeyen, masumiyet ve karıncaezmez fotoğraflar çektiremeyen... Erciyes’e birbiri ardına mevsimin taze karları düşüyordu. Üşüyordum. Ağaçlar, bulutlar, caddeler, apartmanlar dik dik bakmaya başlamışlardı. Serinliğim, uzun yürüyüşler dahi sıkar olmuştu. Bir yaprak çarptı suratıma. Sanırsın okkalı bir Osmanlı tokadı yedim. Etraftan utanmasam boylu boyunca uzanacaktım. Biteviye el kol hareketleri ile sağa sola düdük öttüren trafik polisi dahi kaldırımda sendeleyen beni fark etti. Korktum da. Kolluk güçleri ile ne ilgim olabilir dedim teselli mahiyetinde kendime. Ceplerim yine boştu. Saçlarım uzamış, sakalım, bıyığım usta bir berber koltuğuna hasret kalmıştı. Muavezeteyn okudum, ardından Ayet’el Kürsi. Geçmedi, geçmedi. Ukde oturdu gırtlağıma.
Okullarda arka sıraların müdavimi olduğum günleri hatırlattı göbeğine kadar kravatını indirmiş, pespaye, pejmürde ve jölelerle dikleşmiş saçlarıyla gördüğüm genç. Bizde bu meziyetler olmazdı; sadece arka sırada oturur ve ders ile hemhal olmaktan ziyade kendi ufuk çizgimiz içerisinde yakız uzak hayallere, defter ve kitapların ciğerine çiziktirdiğimiz eskizlere dalar ve hep susardık. İçimizdeki Fransız ihtilallerine inat susardık. Bu genç modern zamanlar gibiydi. Çorabından çıkardığı cigarayı yaktı korkmadan, etraftan ürkmeden. Hey gidi nesil dedim, bizim zamanımızda… Şehrin en ücra mekanları dahi olsa korkarak ha sigara yakardık ha elimizi. Ha elimiz yakardık ha yüreğimizi. ha yüreğimiz yakardık ha sevgilimize yazıp da gönderemediğimiz mektubun bir köşesini. Sigara içmek kadar ruhumuzu dinginliğe sevk eden bir eylem daha yoktu ve "adam" sayardık kendimizi. Hele içtiğimiz Uzun samsun ise.
Sonra sonra gün döndü, ırmaklar ters aktı, durmadan efkar ritimli, küf kokulu rüyalara düçar olduk. Ne sevgilimiz vardı ne işimiz gücümüz. Şu sorular fink attı başımızı üzerine gençken:
Bu kasvet, bu kasavet, bu efkâr nedir?
Rüyalarımızda yükseklerden düşen hep biz olduk ne çare.
Tatar akıncılarını hatırlıyorum. Puslu bir sabah vakti. Yine soğuk. Bozkırın nefesi hep soğuktur. Vaveylalar, yangınlar vicdansızca savrulan kılınçlar, inlemeler ve sükut… Hatırlamıyorum sonrasını. Biteviye sallanan, gıcırdayan bir alametin, izbe, karanlık mahzeninde adına gemi dedikleri homurdayan canavarda açtım gözlerimi. Susmaktan başka yapacak bir şeyi olmayan çocuklar doluydu her tarafta. Sustum.
Cenevizlilerle savaşa gidiyorduk. Ellerime baktım. Kalem tutan ellerim kılıcı nasıl tutacaktı? Gemi bir o yana bir bu yana sallandıkça, canhıraş feryadlar dökülüyordu içime. Sustum. Hayır istesem de konuşamazdım. Sustum. Çocuklar gibi titriyordum.
Bir meş’ale tutuşturdular elime. Yandıkça bitti, bittikçe elimi yaktı. Atayım dedim giyotin gösterdiler. Ellerim yanıyordu. Su ve susmak arasında boğazıma dizildi harfler. Bir feryad daha savurdum haçan illerin semasına.
Cigaram elimi yakıyordu. Ruhumu kasavetli zindanlara atan "uzaktan sevmeleri"me ihanet ederek sigarayı yere attım. Attım ve bastım çığlığı:
Hey dedim kahrolası… Boşadığım avradın topuğuna bakar mıyım ben?
Uzun Samsun içenler aşiretine ihanet ettim. Suçum bu ve farkındayım cezamın ağırlığının. Yine de bir yük kalktı omuzlarımdan. Özgüvenim geri geldi. Sigarasız nefes almak nedir tekrar bildim, sevindim.
Sigaraya ve sesini dahi duymadığım sevgilime ihanet ettim sayın yargıçlar.
Sene devirdim üzerinden. Ne karar verirseniz verin.
Sizi de takarsam namerdim.
Hiç yorum yok