Sayha Tarihi - 2
Köşe Taşlarından Biri
Okuldan dönüşte yine Adliyenin önünde indi. Şubatsa da baharı müjdeler bir hava vardı. İkindi ya okundu ya okunmak üzereydi. Yaklaşık 2 haftalık bir alışkanlığı devam ettirmek için İnce Minare’nin yanındaki pastaneden iki puaça alarak doğruca eve yöneldi. Öğle yemeğini yiyecekti. Yapılacak dünya kadar iş onu bekliyordu. Okulun yorgunluğunu unuttu hemen. Kendini iyi hissettiği yerlerin başında gelen evine, dalgalı denizden limana sığınan gemiler gibi demir attı. Masanın üzerinde Sayha’nın son sayısının taslağı vardı. Eksik kısımlar için dosyalarından birkaç yazı daha çıkardı. Gözden geçirdi. Mesele yok gibiydi.
Çaycı Ali damladı biraz sonra. Biraz Muhasebeci İbrahim’den, biraz maaşının azlığından şikayet etti. İşe başladığı günden beri geçinemiyorlardı İbrahim ile. Kerem de pek ısınamamıştı İbrahim’e ama işleri ayrı, yolları ayrı olduğu için pek umursamıyordu. Ali’nin muradının ne olduğunu da zaten biliyordu. Para! Hem bu konuşmalar, serzenişler ne ilkti ne de son olacaktı. Üzmeden, kalbini kırmadan konuşmayı bitirdi:
“Mehmet Ağabey ile konuşuruz Ali, inşaallah yardımcı oluruz. Sen varsa bir çay getirsene!”
Ali, sevinçle ve uçtu, gitti. Çayı aldı, geldi. Daha çayından bir yudum çekmemişti ki telefon çaldı.
“Kerem Beyle görüşmek istemiştim.”
Bir an duraksadı Kerem. Resmiyeti sevmezdi. Uzun Hasan’ın şakalarından biri olabilir diye düşündü önce. Fatma Betül Kara ismiyle mektup postaladığını, ama şakadan kazasız belasız sıyrıldığını hatırladı. Fakat tanımıyordu bu sesi. Tuzağa düşmemek için biraz sert, biraz tedirgin cevap verdi:
“Buyurun ben Kerem.
“Ben, Merhaba Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ebu Bekir. Sizinle önemli bir konuda görüşmek istiyordum”.
Merhaba yeni kurulmakta olan Konya’nın yerel gazetelerinden birinin adıydı. Ama Kerem, kendiyle alakalı, hele önemli bir konu bilmiyordu doğrusu. Uzatmadı:
“Tabii. Buyurun konuşalım. “
“Telefonda izah edemem. Bir ara bizim buraya gelebilir misiniz? Yerimizi biliyorsunuz değil mi?”
“Biliyorum, biliyorum. Bugün gelemem yarın okul çıkışı uğrarım bir ara. İkindi vakti münasip mi?”
“Tamam. Yarın görüşmek üzere...”
* * *
Otobüsten, belediyenin önündeki duraktan indiler. Adetleri değildi orada inmek. Nalçacı’yı bir nefeste geçerek Belediye İş Merkezi’ne çıktılar. Kerem, daha önce bir çok kez Sayha’nın işleri için bu binanın 7. Katında bulunan Kombassan’a gitmiş gelmişti. Doğruca 8. Kata çıktılar. Asansörün kapısını açar açmaz, kırmızı zemin üzerine “Merhaba” yazılı levha karşıladı onları.
“Tam isabet” dedi Hasan.
Müracaattaki görevliye Yazı İşleri Müdürü ile görüşmek istediklerini, randevularının olduğunu bir çırpıda söylediler. Müracaat ile karşılıklı Müdür odasının kapısı sırtına kadar dayalı ve içerisi boştu.
Görevli:
“Siz şöyle buyurun, ben Müdür beye haber vereyim” derken boş odanın koltuklarını gösteriyordu.
“Kim arıyor diyelim?”
“Sayha’dan gelmişler deyiniz!” Özellikle Sayha demişti Kerem. Her ne kadar ismi Sayha ile anılıyorsa da geri planda kalmak, bir çeşit saygı idi göz nurlarına. İsimlerinden önce Sayha gelmeliydi ki isimlerinin önemini artıran sebep ihmal edilmemiş olsundu.
Daha koltuğa yerleşmemişlerdi ki telaşeli, kıvrak hareketli, 28 –29 yaşlarında birisi hızla içeri daldı; gülümseyerek ve hatta samimi sayılabilecek bir eda ile kırk yıllık dostları karşılar gibi ellerini sıktı, yeniden koltuklarına buyur etti.
“Ben Ebu Bekir Sarı. Merhaba gazetesinin Yazı İşleri Müdürüyüm. Sizleri buraya kadar yordum, teşekkür ederim.”
Kerem ve Hasan, sadece ismen tanıttılar kendilerini. İkisi de bu görüşme talebinin sebebini merak ediyorlardı.
Hemen çaylar söylendi, sigaralar ikram edildi. Olağan üstü bir ilgi, ikisini de bocalatmış, şaşırtmıştı. Ebu Bekir bey, gözlerinin içi ışıldayarak konuşuyordu. Tıknazdı. Simasına yakışan güzel, siyah bir sakalı vardı. Üzerindeki lacivert takım elbise, siyah ayakkabıları, kibar tavırları kendisine yakışıyordu. Yumuşak ses tonuyla konuşuyordu.
“Siz Konya’nın önemli okur – yazarlarındansınız. Basın – yayın dünyasında da hem bizden ileridesiniz hem de oldukça tecrübelisiniz”
Kerem az daha “ne diyor bu adam yahu?” diyecekti ki kendine şaşkınlıkla bakan Hasan ile göz göze geldi. Sustu. Fısıltı halinde çıkan estağfirullahlarla sözün gideceği istikameti tayine çalışıyordu. Bu zamana kadar Sayha ile uğraşıyorlar; böylesi iltifatları ilk kez duyuyorlardı. Dünya değişiyor muydu? Dergicilik, hele de amatör dergicilik haberleri olmadan itibar kazanmaya mı başlamıştı? Yine de susup dinlemek en iyisiydi.
“Sayha, Konya’nın ve hatta Anadolu’nun en özgün dergilerinden biri. Şimdiye kadar böylesine uzun süreli bir dergi görmemiştik açıkçası. Bunu siz başardınız. Biz, Sayha’nın, ekibinizin bize yardımcı olmasını istiyoruz. Bizimle çalışır mısınız? Sizin tecrübenizden istifade etmek istiyoruz. Çok faklı, çok kaliteli bir gazete olacak Merhaba. Tabii destek olursanız!”
İçten içe gururlandığını hissediyordu Kerem. Biz neymişiz diyecek kadar oldu. Ama karşısındaki Yazı İşleri Müdürü hem çok samimi konuşuyor hem de Kerem Bey, Hasan Bey diye hitap ederek ciddiyetini muhafaza ediyordu.. Unvanlı hitaplara gocunsa da ses etmedi. Bir de hangi ekipten söz ediyordu? Sayha’da işler bir buçuk adam tarafından yürütülürdü. Dışardan ekip görüntüsü mü vardı acaba? Doğrudan meseleye girdi Kerem:
“Bizden tam olarak istediğiniz nedir?”
Müdür bey, öne doğru eğildi. Dirseklerini masanın üzerine koydu. Nasıl başlasam, nereden nereye gelsem diye endişelendiği belli oluyordu. Sakalını kaşıdı. O ilk giriş biraz hızını kaybetmişti. Gözlerini etrafta gezdirdikten sonra muhatabının göz bebeklerine bakarak:
“Sizden tam olarak şunu istiyoruz: 14 sayfa çıkacak gazetede İç sayfaların koordinatörlüğünü yapmanızı. Bir çok sayfa, ekonomi gibi, içe yollanan haberler gibi, televizyon gibi sabit olacak. Yine sizin denetiminizde. Sizin asıl yapacaklarınız değişken sayfalar. Kültür – Sanat, Cuma Sayfası, Çocuk ve Aile gibi sayfalar. Tabii sizin isteyeceğiniz daha bir çok farklı sayfa ve konular olabilir...”
Ebu Bekir Bey sözünü bitirmemişti ki kapıyı çalarak içeri Rıza Güneri girdi.
Kerem, Rıza Güneri’yi partiden tanıyordu. Güneri ismi Konya’da ağırlığı olan isimlerdendi. Herkesin yüzüne güler, kibarlıktan ödün vermezdi. Seveni de sevmeyeni de Rıza Bey’in kişiliğinden önce babası Ali Güneri diye saflaşırdı. Partinin Konya ve çevresi için tek söz sahibiydi. Milletvekili adaylarının Ali Güneri tarafından listelendiği, Hoca’nın sınırsız itimat ettiği adamdı. Vakıf yönetimini değiştirmek isteyenin de esasında Ali Güneri olduğunu biliyordu. Kerem, “patron da geldi işte” dedi ama kendisinden başka duyan olmadı. Müdür Bey patronunu görünce hemen ayağa kalktı, makamına buyur etti. Rıza Bey belki nezaketten olsa gerek oralı bile olmadan Kerem’in yanına oturdu. Hal hatır sordu. Sayha’nın nasıl gittiğini, vakfın durumunun nice olduğunu çok ilgili bir insan edasıyla dile getirdi. Kerem defalarca Sayha’ya reklam için Güneri İnşaat’a gittiğini, görüşmeye hiç muvaffak olamadığını hatırladı. Mehmet Ağabey’in nakaratlarından biri ile, kendince intikam aldı:
“İç güveyiliğinden iyicedir Hamdolsun.”
Gülüştüler. Tek gülmeyen Kerem idi. Vaziyeti idare etti Rıza Güneri. Yazı İşleri Müdürüne neler konuşulduğunu sordu, çay içilip içilmediğini, bir daha içip içmeyeceklerini...
“Gazeteyi gezmediniz mi? Size gazeteyi gezdirelim, buyurun.”
Kalktılar.
Bütün odaları, bütün birimleri gazetenin patronu ile yazı işleri müdürü, Kerem ve Hasan’a tek tek tanıttı, gezdirdi. Girip çıktıkları odalarda dizgi yapanı, montajcısı, arşivcisi, muhasebecisi, grafikeri kim varsa patronlarının kendilerine tanıttığı ve orada nelerin yapıldığı izah edilen ve yaşları kendilerinden hayli küçük olan gençlere ilgi ve merakla bakıyorlardı. Bu ilgi de Kerem’in canını sıktı. Gördüğü birçok şey, yabancısı olmadığı nitelikteydi. Bunca zaman içinde dizgi yapmasını da öğrenmişti fotoğrafların nasıl filme alındığını da. Lakin bunlar işin hammaliye tarafı idi. Tıpkı iç sayfalar gibi. Gazetenin canı birinci sayfa olurdu hep. Halkımızın ilgisi manşetler ve spor haberleri ile sınırlı idi. Yoksa kim okur, kim bakardı borsadaki hisse senetlerinin durumuna, kültür sayfasındaki portreye, şiire. Kendisine asıl ilginç gelen, renk ayrımı oldu. Konya’da o zamana kadar olmayan bu sistemin Sayha için de iyi olacağını düşündü. Yalnız burada, Konya’nın diğer gazetelerinde gördüğü ama şimdi rastlayamadığı bir eksikliği sormadan edemedi:
“Bu gazete nerede basılacak? Matbaa nerede?”
“Kombassan basacak”
“Kombassan mı? Yahu heriflerin tesisleri 30 km. uzakta, Organizede. Nasıl olacak bu iş? Bir sayfanın baskısında yanlışlık olsa veya değiştirilmesi, yenilenmesi gereken birinci sayfa olsa nasıl olacak bu? Durmadan gidip gelinmesi gerekir?”
“Kendi tesislerimizi kurana kadar gidip geleceğiz. Yakın bir zamanda, inşaallah aşağı girişte matbaamız faaliyete geçecek.”
Akşam yaklaşıyordu. Gazetenin gezilecek her yeri gezilmiş, patronlarca anlatılacak, açıklanacak hususlar bitirilmişti. Kerem çayından son yudumu da çektikten sonra:
“Biliyorsunuz öğrenciyiz. Sayha diye tatlı bir uğraşımız var. Aynı zamanda vakfın bir çok işi de omuzlarımızda. İlginiz gerçekten mutlu etti bizi. Müsaade ederseniz bir düşünelim, bir durum değerlendirmesi yapalım. Üstesinden gelebilir miyiz? Gelemeyeceksek maceraya lüzum yok. Hem Mehmet Ağabey ile de istişare etmemiz gerekir.”
“Mehmet beyle ben de konuşurum gerekirse” dedi Rıza Güneri. Asansörün kapısına kadar yolcu etti iki arkadaşı. Ayrıldılar.
Hasan, fuarın içinden geçerken kararın Kerem’e ait olduğunu, bu teklifin asıl kendisine yapıldığını, ama reddetmemesi gerektiğini söyledi. Havuza, deniz niyetine bir taş attılar. İnce Minare görünmüştü bile.
* * *
Sayha’nın Mart 1991 tarihli 12. Sayısı o günlerde çıktı. Ramazandı. Ufak tefek aksaklıklara rağmen – ki bu kendilerinin dışında oluşan aksaklıklar alışkanlık halini almıştı – oldukça hoş bir sayı oldu. Asıl önemi Sayha’nın birinci yılını doldurmuş olmasındaydı. Bu Vesileyle bölümünde editör olarak, M. Erol Doğru mahlasıyla da Başyazar sıfatıyla iki ayrı yazı yazdı Kerem. Amaç: Sayha’nın 12 sayılık macerasını özetlemekti. Ayrıca Hasan Er, Erkan Karamanlı mahlasıyla “Adı Sayha Olana (Yusuf Yüzlüler) başlıklı yazısında bu değerlendirmeleri kendi penceresinden tamamlıyordu.
12. sayının bir diğer önemli yanı da Kerem’im, Taha Nevruz imzasıyla “O Şimdi Anaplı” yazısı oldu. Hem pişmanlık hem mutluluk duyduğu bu yazısında “Ağabey Şairler”den Erdem Beyazıt’ın Anavatan Partisi’nden Milletvekilliği konusunu işliyordu. Bir türlü içine sindiremiyordu Erdem Ağabey’in Anavatan’ı benimsemesini. Libarellerin arasında bir Müslümanın ne işi olabilirdi? Hem başka parti mi yoktu da Anap’ı seçmişti? Seçimlerde dönen dolapları bilmesi, öğrenmesi için epey zaman geçecekti? Ama olmuştu bir kez. Öfkesini kelimelere dökmüştü:
“Kızdı mı cehennem kesilir sevdi mi cennet yüreklerimiz vardır ey şair. Dilimizin cehennemine buyur ettin kendini. Vazifeni hatırlayana, mazini paklayana kadar misafiri kalacaksın oranın”
“Dünyanın kalbini dinle geliyor adım adım
Dallar meyvaya dursun toprak tohuma dursun
İnsan barışa dursun selama dursun zaman
Sabır, savaş, zafer. Adım: ANAPLI”
Yıllarca bu cümlelerin, değiştirdiği Müslüman / ANAPLI kelimesinin yanlışlığını hissetti. Utandı. Yapılan yanlışlar bile doğrular için ipuçları olabiliyordu. Buna inandı. Sonraları bu yazı ile ilgili eleştirileri dinleyince okunduklarını, izlendiklerini farklı yolla da olsa tecrübe etmişti. Sevindiğiydi bu. Hiç kimse, görmek istemeyenler kadar kör değilmiş, sözünü tefekkür etti uzun zaman.
Bismillah yeni sayı içindi.
Kerem, Gazetenin kendilerine yaptığı iş teklifini açtı başkana. Kendince çıkabilecek meseleleri izah etti. İçinden geçenleri bir bir sıraladı. Konuşmalarından, anlattıklarından, ileriye yönelik tasarılarından gazetede çalışmak muradında olduğu anlaşılıyordu. Sözlerini bitirdiğinde ilk defa Mehmet Ağabey’in, konuştuklarından pek de hoşnut olmadığını gözlerinden anladı. Her şeye rağmen onay bekledi.
“Gazetecilik dıştan görüldüğü kadar kolay değil. Bitirmeniz gereken okulunuz var. Okulunuza doğrudan tesir eder. Zamanında bitirmeniz hepsinden iyi olur. Sonra, Rıza Güneri büyük hesapların içinde. Bu bir yatırım olacak onun için. Vakfı ele geçirmek, her sözlerini emir kabul edecek bir yönetime bırakmak da bu planın bir parçası. Zamanı gelip de işleri bitince harcarlar seni. Elinden tutanın da olmaz. Hem yeterince yükün var. Bir de bunu üstlenmeyi kaldıramazsın. Bence bu sevdadan vazgeç!“
Çok kesin konuşmuştu. Kesinlikle rızası yoktu. Belki hasmına yardımı içine sindiremiyordu. Son bir gayretle Kerem:
“Sen Müslüman Ahlakına inanmıyor musun? Adam harcamak, sığar mı bu davaya?
“Bu adamların hiçbir şeyine inanmıyorum. Yaşadıkça öğreneceksin bazı şeyleri. Acele etme ve bana güven”
Peki ya sen de harcayacaksan bizi diyemedi, içine attı. Çalışacağım veya çalışmayacağım diye bir kelam etmedi, çıktı, gitti.
Okulda, evde, oturup kalkarken devamlı bir ikirciğin içinde buldu kendini. İstişare ettiği Hasaneyn, Ercan, Adem kararı ne olursa olsun yardımcı olacaklarını söylediler. Uzun Hasan, bütün reklam işini üstlenebileceğini, biraz da olsa yükünü hafifletebilmek için ne gerekiyorsa yapacağını söyledi. Diğerleri de aynı çizgide idi. Arkadaşlık bu olsa gerek diyordu. Hepsine mihnet duydu. Ama işin ağırlığı değil asıl mesele Mehmet Ağabeydi. Gazetede işe başlamak “O’na rağmen” olurdu ki bu Kerem’in hiç istemediği, istemeyeceği bir durumdu. Gazeteye gitmemek ise kendi açısından bir kayıp olacaktı. Sayha’nın imkanları ile Gazetenin imkanları bir değildi. Amaçlanan haber tacirliği değil belli merkezlere doğru kamuoyunu kanalize temek; mağdurun hakkını aramak için bir tehdit, bir nimet olarak kullanmaktı. Kimseye eyvallahı yoktu nihayetinde. Baktı olmuyor, çeker giderdi, ayrılırdı. Hem Sayha da devam edecekti. Sayha’nın bir çok problemi çözülebilirdi orada. Daha iyi tanıtımı yapılabilirdi. Teknik imkansızlıklar – Rıza Güneri bunu vaat etmişti – halledilebilirdi. Bir iş garantisi, bir büyük deneyim olacaktı. Kim bilebilirdi geleceği Allah’tan başka?
Vefasızlık olacağını düşünüyordu Mehmet Ağabey’e. Bu kendisine yakışmazdı. Aradan geçen birkaç günden ve Ebu Bekir Bey’in telefonlarına çıkmadıktan sonra Gazeteye vardı. Herkes kararını bekliyordu. Lafı uzatmadan konuştu:
“Yakınlarımla istişare ettim. Bu teklifinizin benim istikbalim açısından da çok önemli olduğu konusunda hemfikirim. Ama, özür dileyerek beni mazur görmenizi isteyeceğim. Yüküm çok ağırlaşacak ve ben bunu kaldırabileceğime inanmıyorum. Fakat adı ne olursa olsun, ne zaman olursa olsun önemli veya önemsiz bir yardımım, eksik kalan bir yerin tamamlanması, Sayha’nın arşivi ne gerekirse dıştan yardıma hazırım. Bilfiil çalışamayacağım. Kusura bakmayın.”
Bir başına idi. Akşamın geceye sarktığı anlardandı. Efkarlı şarkılar, matem kokulu şiirler okuyarak arşınlamıştı şehri. Eve geldi. Uzun Hasan’ın “Her gün ne yazarsın bilmem ki o kocaman deftere?” dediği “Hâtırât – ı Kerem Efendi” nin boş sayfalarına gömüldü:
“Gazeteye vardım bugün. Sayha, okul, vakıf işlerinden dolayı çalışamayacağımı söyledim. En azından şimdilik kültür – sanat ve aile sayfalarının editörlüğünü, devamlı yapacak birilerini bulana kadar üstlenmemi rica ettiler. Bu problem olmaz. Deneme baskılarına yetişecek. Zaten günlük yayına geçmesine de az bir zaman kaldı. Varsın kimse bilmesin; Gazeteyi sadece Mehmet Ağabey’in hoşnutsuzluğu ve aramıza girmesini istemediğim soğukluğun ayak sesleri üzerine bıraktığımı. Rıza Güneri’nin kolumdan çekip bir kenarda: “Bu gazetenin ilerleyen dönemlerde Yazı İşleri Müdürü olarak düşünüyoruz seni!” demesi bile artık pek önemli değil. Allah hayırlısını verir inşaallah.
Hakiki Dost: Werner Hugo
Sayha’nın 13. Sayısı bir güzel mevsime, bir güzel aya, nisana denk geldi. O günlerin moda kavramı olan ve Mevlana etrafında durmadan dolaştırılan “Hümanizm” konusu ön plana çıkarılmıştı. İnsan merkezli yazılar çoğunluktaydı. Ayrıca “Çocuk Sayhası” başlıklı bölümde çocuklara yönelik yazılar, şiirler, resimler, bilmeceler yer alıyordu ki bu hiç umulmadık şekilde beğenilen, ilgiyle okunan, izlenen bölüm olmuştu. Kerem, editör yazısı ile bir iki anekdot dışında hiç yazı yazmamıştı. Bu hem gazetenin verdiği moralsizliğin etkisi hem de durmadan devam eden yazı akışı yüzündendi. Yani hem iyi hem kötü bir arada bulunabiliyordu nadir olsa da.
Bahar gezmelerinin tadı kendisine hastır Konya’da. Havanın ne zaman açıp ne zaman kapayacağı belli olmaz. Kah pırıl pırıldır güneş: kah koyu siyah bulutların ardında. Ama ne olursa olsun kış geçmiştir artık. Eskilerin hesabı diye bilinen sayılı günlerde, hatırı sayılır soğuklar olursa da kısa sürer, yaza devrilir günler.
Güneşin, terden, gömlekleri insanların sırtlarına yapıştırdığı bir gündü. Elinde sigarası, fuarın içinden süzülerek gazeteye, biraz can sıkıntısı atıp Ebu Bekir ile muhabbete gidiyordu Kerem. Okula devam etmeye başlamıştı uzun bir aradan sonra. Sayha şöyle veya böyle devam ediyordu. Vakıf, her zamanki stresli günlerindeydi ve en son gittiğinde memlekette anası, baş göz etmekten filan bahsediyor, ince mevzulara giriyordu. Giresunlu Orhan evlenmişti; Uzun Hasan yaza, düğün hazırlıklarındaydı. Birer birer aile ocağı şenlediyordu arkadaşları. Anasının sözlerini ne geceler boyu düşündü ne de heyecana kapıldı. Kesin konuşmuştu anası. Yok demişti, daha evlenmeyi düşünmüyorum demişti. Hele okumuş kız kesinlikle almayacağım demişti. Bu söz, anasının yüreğine su serpmeye yetecek türdendi. Alttan alta kız aranmaya başlamıştı bile.
Kapıyı vurdu. Ebu Bekir, her zamanki Ebu Bekir’di. Cana yakın, sempatik, mütebessim...
“Geldiğine sevindim. Seni bak kimlerle tanıştıracağım şimdi!”
İçeri servislere geçti. Çayı söylenmişti Kerem’in. Çay gelmeden Ebu Bekir, kollarından tuttuğu iki kişi ile dalıverdi odaya.
Biri, 42 numara ayakta 45 numara spor ayakkabı, ince ve uzun bacaklarını saran pejmürde bir kot pantolon, üzerinde önü açık ve boş vermişliği çağrıştıran kot gömlek, gömleğin altında çocuk tişörtlerine benzeyen, önü yazılı bir tişört. Kısa ama dağınık saçla sakal!
Ebu Bekir, hemşehri olduklarını da ilan edivermişti bir anda.
“Hakan Albayrak ve Mevlana İdris...”
Kerem, hem Hakan’ı hem de Mevlana’yı gıyaben tanıyordu. Hakan’ın “Delikanlı”sı, ayrıca Yörünge ile İkindi Yazıları’ndaki yazıları; Mevlana’nın yakın zamanda çıkan çocuklarla alakalı şiir kitabı, yine İkindi Yazıları ilk tanışıklığı gerçekleştirmişti.
Onların da Kerem’i yine yazı vasıtasıyla tanıdığı sohbetin daha başında belli oldu. Mevlana, Erdem Beyazıt için Sayha’da yayınlanan yazıyı eleştirirken derginin muntazam olarak Andırın’a geldiğini (Kerem, yakın zamanda Hakkın rahmetine karışan Nedim Ali’ye mektup yazarak Sayha ile İkindi Yazıları’nın adreslere, bir nevi becayiş olarak kesintisin gönderilmesini sağlamış, ayrıca Nedim Ali Sayha’nın birkaç kez tanıtım reklamını yayınlamıştı. Allah rahmet eylesin), fena olmadığını söylüyor. Hakan da Yörünge’de çalışırken çoğu kez gördüğü Sayha hakkında olumlu görüşlerini bildiriyor. Sonra mevzu, gurbette tanışan iki Kayserilinin memleket yarenliğine dönüyor. Yemek yeniyor, çaylar içilip Philip Morris’e biraz daha para kazandırılıyor ve akşam üzeri evli evine köylü köyüne dönüyor.
(Ayrıca bakın: Sayha Sohbetleri – Werner Hugo ve Ben 1 – 2 / Sayha Sayı: 18 / 19 Şubat: 1992 / Mart: 1992)
Okuldan dönüşte yine Adliyenin önünde indi. Şubatsa da baharı müjdeler bir hava vardı. İkindi ya okundu ya okunmak üzereydi. Yaklaşık 2 haftalık bir alışkanlığı devam ettirmek için İnce Minare’nin yanındaki pastaneden iki puaça alarak doğruca eve yöneldi. Öğle yemeğini yiyecekti. Yapılacak dünya kadar iş onu bekliyordu. Okulun yorgunluğunu unuttu hemen. Kendini iyi hissettiği yerlerin başında gelen evine, dalgalı denizden limana sığınan gemiler gibi demir attı. Masanın üzerinde Sayha’nın son sayısının taslağı vardı. Eksik kısımlar için dosyalarından birkaç yazı daha çıkardı. Gözden geçirdi. Mesele yok gibiydi.
Çaycı Ali damladı biraz sonra. Biraz Muhasebeci İbrahim’den, biraz maaşının azlığından şikayet etti. İşe başladığı günden beri geçinemiyorlardı İbrahim ile. Kerem de pek ısınamamıştı İbrahim’e ama işleri ayrı, yolları ayrı olduğu için pek umursamıyordu. Ali’nin muradının ne olduğunu da zaten biliyordu. Para! Hem bu konuşmalar, serzenişler ne ilkti ne de son olacaktı. Üzmeden, kalbini kırmadan konuşmayı bitirdi:
“Mehmet Ağabey ile konuşuruz Ali, inşaallah yardımcı oluruz. Sen varsa bir çay getirsene!”
Ali, sevinçle ve uçtu, gitti. Çayı aldı, geldi. Daha çayından bir yudum çekmemişti ki telefon çaldı.
“Kerem Beyle görüşmek istemiştim.”
Bir an duraksadı Kerem. Resmiyeti sevmezdi. Uzun Hasan’ın şakalarından biri olabilir diye düşündü önce. Fatma Betül Kara ismiyle mektup postaladığını, ama şakadan kazasız belasız sıyrıldığını hatırladı. Fakat tanımıyordu bu sesi. Tuzağa düşmemek için biraz sert, biraz tedirgin cevap verdi:
“Buyurun ben Kerem.
“Ben, Merhaba Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ebu Bekir. Sizinle önemli bir konuda görüşmek istiyordum”.
Merhaba yeni kurulmakta olan Konya’nın yerel gazetelerinden birinin adıydı. Ama Kerem, kendiyle alakalı, hele önemli bir konu bilmiyordu doğrusu. Uzatmadı:
“Tabii. Buyurun konuşalım. “
“Telefonda izah edemem. Bir ara bizim buraya gelebilir misiniz? Yerimizi biliyorsunuz değil mi?”
“Biliyorum, biliyorum. Bugün gelemem yarın okul çıkışı uğrarım bir ara. İkindi vakti münasip mi?”
“Tamam. Yarın görüşmek üzere...”
* * *
Otobüsten, belediyenin önündeki duraktan indiler. Adetleri değildi orada inmek. Nalçacı’yı bir nefeste geçerek Belediye İş Merkezi’ne çıktılar. Kerem, daha önce bir çok kez Sayha’nın işleri için bu binanın 7. Katında bulunan Kombassan’a gitmiş gelmişti. Doğruca 8. Kata çıktılar. Asansörün kapısını açar açmaz, kırmızı zemin üzerine “Merhaba” yazılı levha karşıladı onları.
“Tam isabet” dedi Hasan.
Müracaattaki görevliye Yazı İşleri Müdürü ile görüşmek istediklerini, randevularının olduğunu bir çırpıda söylediler. Müracaat ile karşılıklı Müdür odasının kapısı sırtına kadar dayalı ve içerisi boştu.
Görevli:
“Siz şöyle buyurun, ben Müdür beye haber vereyim” derken boş odanın koltuklarını gösteriyordu.
“Kim arıyor diyelim?”
“Sayha’dan gelmişler deyiniz!” Özellikle Sayha demişti Kerem. Her ne kadar ismi Sayha ile anılıyorsa da geri planda kalmak, bir çeşit saygı idi göz nurlarına. İsimlerinden önce Sayha gelmeliydi ki isimlerinin önemini artıran sebep ihmal edilmemiş olsundu.
Daha koltuğa yerleşmemişlerdi ki telaşeli, kıvrak hareketli, 28 –29 yaşlarında birisi hızla içeri daldı; gülümseyerek ve hatta samimi sayılabilecek bir eda ile kırk yıllık dostları karşılar gibi ellerini sıktı, yeniden koltuklarına buyur etti.
“Ben Ebu Bekir Sarı. Merhaba gazetesinin Yazı İşleri Müdürüyüm. Sizleri buraya kadar yordum, teşekkür ederim.”
Kerem ve Hasan, sadece ismen tanıttılar kendilerini. İkisi de bu görüşme talebinin sebebini merak ediyorlardı.
Hemen çaylar söylendi, sigaralar ikram edildi. Olağan üstü bir ilgi, ikisini de bocalatmış, şaşırtmıştı. Ebu Bekir bey, gözlerinin içi ışıldayarak konuşuyordu. Tıknazdı. Simasına yakışan güzel, siyah bir sakalı vardı. Üzerindeki lacivert takım elbise, siyah ayakkabıları, kibar tavırları kendisine yakışıyordu. Yumuşak ses tonuyla konuşuyordu.
“Siz Konya’nın önemli okur – yazarlarındansınız. Basın – yayın dünyasında da hem bizden ileridesiniz hem de oldukça tecrübelisiniz”
Kerem az daha “ne diyor bu adam yahu?” diyecekti ki kendine şaşkınlıkla bakan Hasan ile göz göze geldi. Sustu. Fısıltı halinde çıkan estağfirullahlarla sözün gideceği istikameti tayine çalışıyordu. Bu zamana kadar Sayha ile uğraşıyorlar; böylesi iltifatları ilk kez duyuyorlardı. Dünya değişiyor muydu? Dergicilik, hele de amatör dergicilik haberleri olmadan itibar kazanmaya mı başlamıştı? Yine de susup dinlemek en iyisiydi.
“Sayha, Konya’nın ve hatta Anadolu’nun en özgün dergilerinden biri. Şimdiye kadar böylesine uzun süreli bir dergi görmemiştik açıkçası. Bunu siz başardınız. Biz, Sayha’nın, ekibinizin bize yardımcı olmasını istiyoruz. Bizimle çalışır mısınız? Sizin tecrübenizden istifade etmek istiyoruz. Çok faklı, çok kaliteli bir gazete olacak Merhaba. Tabii destek olursanız!”
İçten içe gururlandığını hissediyordu Kerem. Biz neymişiz diyecek kadar oldu. Ama karşısındaki Yazı İşleri Müdürü hem çok samimi konuşuyor hem de Kerem Bey, Hasan Bey diye hitap ederek ciddiyetini muhafaza ediyordu.. Unvanlı hitaplara gocunsa da ses etmedi. Bir de hangi ekipten söz ediyordu? Sayha’da işler bir buçuk adam tarafından yürütülürdü. Dışardan ekip görüntüsü mü vardı acaba? Doğrudan meseleye girdi Kerem:
“Bizden tam olarak istediğiniz nedir?”
Müdür bey, öne doğru eğildi. Dirseklerini masanın üzerine koydu. Nasıl başlasam, nereden nereye gelsem diye endişelendiği belli oluyordu. Sakalını kaşıdı. O ilk giriş biraz hızını kaybetmişti. Gözlerini etrafta gezdirdikten sonra muhatabının göz bebeklerine bakarak:
“Sizden tam olarak şunu istiyoruz: 14 sayfa çıkacak gazetede İç sayfaların koordinatörlüğünü yapmanızı. Bir çok sayfa, ekonomi gibi, içe yollanan haberler gibi, televizyon gibi sabit olacak. Yine sizin denetiminizde. Sizin asıl yapacaklarınız değişken sayfalar. Kültür – Sanat, Cuma Sayfası, Çocuk ve Aile gibi sayfalar. Tabii sizin isteyeceğiniz daha bir çok farklı sayfa ve konular olabilir...”
Ebu Bekir Bey sözünü bitirmemişti ki kapıyı çalarak içeri Rıza Güneri girdi.
Kerem, Rıza Güneri’yi partiden tanıyordu. Güneri ismi Konya’da ağırlığı olan isimlerdendi. Herkesin yüzüne güler, kibarlıktan ödün vermezdi. Seveni de sevmeyeni de Rıza Bey’in kişiliğinden önce babası Ali Güneri diye saflaşırdı. Partinin Konya ve çevresi için tek söz sahibiydi. Milletvekili adaylarının Ali Güneri tarafından listelendiği, Hoca’nın sınırsız itimat ettiği adamdı. Vakıf yönetimini değiştirmek isteyenin de esasında Ali Güneri olduğunu biliyordu. Kerem, “patron da geldi işte” dedi ama kendisinden başka duyan olmadı. Müdür Bey patronunu görünce hemen ayağa kalktı, makamına buyur etti. Rıza Bey belki nezaketten olsa gerek oralı bile olmadan Kerem’in yanına oturdu. Hal hatır sordu. Sayha’nın nasıl gittiğini, vakfın durumunun nice olduğunu çok ilgili bir insan edasıyla dile getirdi. Kerem defalarca Sayha’ya reklam için Güneri İnşaat’a gittiğini, görüşmeye hiç muvaffak olamadığını hatırladı. Mehmet Ağabey’in nakaratlarından biri ile, kendince intikam aldı:
“İç güveyiliğinden iyicedir Hamdolsun.”
Gülüştüler. Tek gülmeyen Kerem idi. Vaziyeti idare etti Rıza Güneri. Yazı İşleri Müdürüne neler konuşulduğunu sordu, çay içilip içilmediğini, bir daha içip içmeyeceklerini...
“Gazeteyi gezmediniz mi? Size gazeteyi gezdirelim, buyurun.”
Kalktılar.
Bütün odaları, bütün birimleri gazetenin patronu ile yazı işleri müdürü, Kerem ve Hasan’a tek tek tanıttı, gezdirdi. Girip çıktıkları odalarda dizgi yapanı, montajcısı, arşivcisi, muhasebecisi, grafikeri kim varsa patronlarının kendilerine tanıttığı ve orada nelerin yapıldığı izah edilen ve yaşları kendilerinden hayli küçük olan gençlere ilgi ve merakla bakıyorlardı. Bu ilgi de Kerem’in canını sıktı. Gördüğü birçok şey, yabancısı olmadığı nitelikteydi. Bunca zaman içinde dizgi yapmasını da öğrenmişti fotoğrafların nasıl filme alındığını da. Lakin bunlar işin hammaliye tarafı idi. Tıpkı iç sayfalar gibi. Gazetenin canı birinci sayfa olurdu hep. Halkımızın ilgisi manşetler ve spor haberleri ile sınırlı idi. Yoksa kim okur, kim bakardı borsadaki hisse senetlerinin durumuna, kültür sayfasındaki portreye, şiire. Kendisine asıl ilginç gelen, renk ayrımı oldu. Konya’da o zamana kadar olmayan bu sistemin Sayha için de iyi olacağını düşündü. Yalnız burada, Konya’nın diğer gazetelerinde gördüğü ama şimdi rastlayamadığı bir eksikliği sormadan edemedi:
“Bu gazete nerede basılacak? Matbaa nerede?”
“Kombassan basacak”
“Kombassan mı? Yahu heriflerin tesisleri 30 km. uzakta, Organizede. Nasıl olacak bu iş? Bir sayfanın baskısında yanlışlık olsa veya değiştirilmesi, yenilenmesi gereken birinci sayfa olsa nasıl olacak bu? Durmadan gidip gelinmesi gerekir?”
“Kendi tesislerimizi kurana kadar gidip geleceğiz. Yakın bir zamanda, inşaallah aşağı girişte matbaamız faaliyete geçecek.”
Akşam yaklaşıyordu. Gazetenin gezilecek her yeri gezilmiş, patronlarca anlatılacak, açıklanacak hususlar bitirilmişti. Kerem çayından son yudumu da çektikten sonra:
“Biliyorsunuz öğrenciyiz. Sayha diye tatlı bir uğraşımız var. Aynı zamanda vakfın bir çok işi de omuzlarımızda. İlginiz gerçekten mutlu etti bizi. Müsaade ederseniz bir düşünelim, bir durum değerlendirmesi yapalım. Üstesinden gelebilir miyiz? Gelemeyeceksek maceraya lüzum yok. Hem Mehmet Ağabey ile de istişare etmemiz gerekir.”
“Mehmet beyle ben de konuşurum gerekirse” dedi Rıza Güneri. Asansörün kapısına kadar yolcu etti iki arkadaşı. Ayrıldılar.
Hasan, fuarın içinden geçerken kararın Kerem’e ait olduğunu, bu teklifin asıl kendisine yapıldığını, ama reddetmemesi gerektiğini söyledi. Havuza, deniz niyetine bir taş attılar. İnce Minare görünmüştü bile.
* * *
Sayha’nın Mart 1991 tarihli 12. Sayısı o günlerde çıktı. Ramazandı. Ufak tefek aksaklıklara rağmen – ki bu kendilerinin dışında oluşan aksaklıklar alışkanlık halini almıştı – oldukça hoş bir sayı oldu. Asıl önemi Sayha’nın birinci yılını doldurmuş olmasındaydı. Bu Vesileyle bölümünde editör olarak, M. Erol Doğru mahlasıyla da Başyazar sıfatıyla iki ayrı yazı yazdı Kerem. Amaç: Sayha’nın 12 sayılık macerasını özetlemekti. Ayrıca Hasan Er, Erkan Karamanlı mahlasıyla “Adı Sayha Olana (Yusuf Yüzlüler) başlıklı yazısında bu değerlendirmeleri kendi penceresinden tamamlıyordu.
12. sayının bir diğer önemli yanı da Kerem’im, Taha Nevruz imzasıyla “O Şimdi Anaplı” yazısı oldu. Hem pişmanlık hem mutluluk duyduğu bu yazısında “Ağabey Şairler”den Erdem Beyazıt’ın Anavatan Partisi’nden Milletvekilliği konusunu işliyordu. Bir türlü içine sindiremiyordu Erdem Ağabey’in Anavatan’ı benimsemesini. Libarellerin arasında bir Müslümanın ne işi olabilirdi? Hem başka parti mi yoktu da Anap’ı seçmişti? Seçimlerde dönen dolapları bilmesi, öğrenmesi için epey zaman geçecekti? Ama olmuştu bir kez. Öfkesini kelimelere dökmüştü:
“Kızdı mı cehennem kesilir sevdi mi cennet yüreklerimiz vardır ey şair. Dilimizin cehennemine buyur ettin kendini. Vazifeni hatırlayana, mazini paklayana kadar misafiri kalacaksın oranın”
“Dünyanın kalbini dinle geliyor adım adım
Dallar meyvaya dursun toprak tohuma dursun
İnsan barışa dursun selama dursun zaman
Sabır, savaş, zafer. Adım: ANAPLI”
Yıllarca bu cümlelerin, değiştirdiği Müslüman / ANAPLI kelimesinin yanlışlığını hissetti. Utandı. Yapılan yanlışlar bile doğrular için ipuçları olabiliyordu. Buna inandı. Sonraları bu yazı ile ilgili eleştirileri dinleyince okunduklarını, izlendiklerini farklı yolla da olsa tecrübe etmişti. Sevindiğiydi bu. Hiç kimse, görmek istemeyenler kadar kör değilmiş, sözünü tefekkür etti uzun zaman.
Bismillah yeni sayı içindi.
Kerem, Gazetenin kendilerine yaptığı iş teklifini açtı başkana. Kendince çıkabilecek meseleleri izah etti. İçinden geçenleri bir bir sıraladı. Konuşmalarından, anlattıklarından, ileriye yönelik tasarılarından gazetede çalışmak muradında olduğu anlaşılıyordu. Sözlerini bitirdiğinde ilk defa Mehmet Ağabey’in, konuştuklarından pek de hoşnut olmadığını gözlerinden anladı. Her şeye rağmen onay bekledi.
“Gazetecilik dıştan görüldüğü kadar kolay değil. Bitirmeniz gereken okulunuz var. Okulunuza doğrudan tesir eder. Zamanında bitirmeniz hepsinden iyi olur. Sonra, Rıza Güneri büyük hesapların içinde. Bu bir yatırım olacak onun için. Vakfı ele geçirmek, her sözlerini emir kabul edecek bir yönetime bırakmak da bu planın bir parçası. Zamanı gelip de işleri bitince harcarlar seni. Elinden tutanın da olmaz. Hem yeterince yükün var. Bir de bunu üstlenmeyi kaldıramazsın. Bence bu sevdadan vazgeç!“
Çok kesin konuşmuştu. Kesinlikle rızası yoktu. Belki hasmına yardımı içine sindiremiyordu. Son bir gayretle Kerem:
“Sen Müslüman Ahlakına inanmıyor musun? Adam harcamak, sığar mı bu davaya?
“Bu adamların hiçbir şeyine inanmıyorum. Yaşadıkça öğreneceksin bazı şeyleri. Acele etme ve bana güven”
Peki ya sen de harcayacaksan bizi diyemedi, içine attı. Çalışacağım veya çalışmayacağım diye bir kelam etmedi, çıktı, gitti.
Okulda, evde, oturup kalkarken devamlı bir ikirciğin içinde buldu kendini. İstişare ettiği Hasaneyn, Ercan, Adem kararı ne olursa olsun yardımcı olacaklarını söylediler. Uzun Hasan, bütün reklam işini üstlenebileceğini, biraz da olsa yükünü hafifletebilmek için ne gerekiyorsa yapacağını söyledi. Diğerleri de aynı çizgide idi. Arkadaşlık bu olsa gerek diyordu. Hepsine mihnet duydu. Ama işin ağırlığı değil asıl mesele Mehmet Ağabeydi. Gazetede işe başlamak “O’na rağmen” olurdu ki bu Kerem’in hiç istemediği, istemeyeceği bir durumdu. Gazeteye gitmemek ise kendi açısından bir kayıp olacaktı. Sayha’nın imkanları ile Gazetenin imkanları bir değildi. Amaçlanan haber tacirliği değil belli merkezlere doğru kamuoyunu kanalize temek; mağdurun hakkını aramak için bir tehdit, bir nimet olarak kullanmaktı. Kimseye eyvallahı yoktu nihayetinde. Baktı olmuyor, çeker giderdi, ayrılırdı. Hem Sayha da devam edecekti. Sayha’nın bir çok problemi çözülebilirdi orada. Daha iyi tanıtımı yapılabilirdi. Teknik imkansızlıklar – Rıza Güneri bunu vaat etmişti – halledilebilirdi. Bir iş garantisi, bir büyük deneyim olacaktı. Kim bilebilirdi geleceği Allah’tan başka?
Vefasızlık olacağını düşünüyordu Mehmet Ağabey’e. Bu kendisine yakışmazdı. Aradan geçen birkaç günden ve Ebu Bekir Bey’in telefonlarına çıkmadıktan sonra Gazeteye vardı. Herkes kararını bekliyordu. Lafı uzatmadan konuştu:
“Yakınlarımla istişare ettim. Bu teklifinizin benim istikbalim açısından da çok önemli olduğu konusunda hemfikirim. Ama, özür dileyerek beni mazur görmenizi isteyeceğim. Yüküm çok ağırlaşacak ve ben bunu kaldırabileceğime inanmıyorum. Fakat adı ne olursa olsun, ne zaman olursa olsun önemli veya önemsiz bir yardımım, eksik kalan bir yerin tamamlanması, Sayha’nın arşivi ne gerekirse dıştan yardıma hazırım. Bilfiil çalışamayacağım. Kusura bakmayın.”
Bir başına idi. Akşamın geceye sarktığı anlardandı. Efkarlı şarkılar, matem kokulu şiirler okuyarak arşınlamıştı şehri. Eve geldi. Uzun Hasan’ın “Her gün ne yazarsın bilmem ki o kocaman deftere?” dediği “Hâtırât – ı Kerem Efendi” nin boş sayfalarına gömüldü:
“Gazeteye vardım bugün. Sayha, okul, vakıf işlerinden dolayı çalışamayacağımı söyledim. En azından şimdilik kültür – sanat ve aile sayfalarının editörlüğünü, devamlı yapacak birilerini bulana kadar üstlenmemi rica ettiler. Bu problem olmaz. Deneme baskılarına yetişecek. Zaten günlük yayına geçmesine de az bir zaman kaldı. Varsın kimse bilmesin; Gazeteyi sadece Mehmet Ağabey’in hoşnutsuzluğu ve aramıza girmesini istemediğim soğukluğun ayak sesleri üzerine bıraktığımı. Rıza Güneri’nin kolumdan çekip bir kenarda: “Bu gazetenin ilerleyen dönemlerde Yazı İşleri Müdürü olarak düşünüyoruz seni!” demesi bile artık pek önemli değil. Allah hayırlısını verir inşaallah.
Hakiki Dost: Werner Hugo
Sayha’nın 13. Sayısı bir güzel mevsime, bir güzel aya, nisana denk geldi. O günlerin moda kavramı olan ve Mevlana etrafında durmadan dolaştırılan “Hümanizm” konusu ön plana çıkarılmıştı. İnsan merkezli yazılar çoğunluktaydı. Ayrıca “Çocuk Sayhası” başlıklı bölümde çocuklara yönelik yazılar, şiirler, resimler, bilmeceler yer alıyordu ki bu hiç umulmadık şekilde beğenilen, ilgiyle okunan, izlenen bölüm olmuştu. Kerem, editör yazısı ile bir iki anekdot dışında hiç yazı yazmamıştı. Bu hem gazetenin verdiği moralsizliğin etkisi hem de durmadan devam eden yazı akışı yüzündendi. Yani hem iyi hem kötü bir arada bulunabiliyordu nadir olsa da.
Bahar gezmelerinin tadı kendisine hastır Konya’da. Havanın ne zaman açıp ne zaman kapayacağı belli olmaz. Kah pırıl pırıldır güneş: kah koyu siyah bulutların ardında. Ama ne olursa olsun kış geçmiştir artık. Eskilerin hesabı diye bilinen sayılı günlerde, hatırı sayılır soğuklar olursa da kısa sürer, yaza devrilir günler.
Güneşin, terden, gömlekleri insanların sırtlarına yapıştırdığı bir gündü. Elinde sigarası, fuarın içinden süzülerek gazeteye, biraz can sıkıntısı atıp Ebu Bekir ile muhabbete gidiyordu Kerem. Okula devam etmeye başlamıştı uzun bir aradan sonra. Sayha şöyle veya böyle devam ediyordu. Vakıf, her zamanki stresli günlerindeydi ve en son gittiğinde memlekette anası, baş göz etmekten filan bahsediyor, ince mevzulara giriyordu. Giresunlu Orhan evlenmişti; Uzun Hasan yaza, düğün hazırlıklarındaydı. Birer birer aile ocağı şenlediyordu arkadaşları. Anasının sözlerini ne geceler boyu düşündü ne de heyecana kapıldı. Kesin konuşmuştu anası. Yok demişti, daha evlenmeyi düşünmüyorum demişti. Hele okumuş kız kesinlikle almayacağım demişti. Bu söz, anasının yüreğine su serpmeye yetecek türdendi. Alttan alta kız aranmaya başlamıştı bile.
Kapıyı vurdu. Ebu Bekir, her zamanki Ebu Bekir’di. Cana yakın, sempatik, mütebessim...
“Geldiğine sevindim. Seni bak kimlerle tanıştıracağım şimdi!”
İçeri servislere geçti. Çayı söylenmişti Kerem’in. Çay gelmeden Ebu Bekir, kollarından tuttuğu iki kişi ile dalıverdi odaya.
Biri, 42 numara ayakta 45 numara spor ayakkabı, ince ve uzun bacaklarını saran pejmürde bir kot pantolon, üzerinde önü açık ve boş vermişliği çağrıştıran kot gömlek, gömleğin altında çocuk tişörtlerine benzeyen, önü yazılı bir tişört. Kısa ama dağınık saçla sakal!
Ebu Bekir, hemşehri olduklarını da ilan edivermişti bir anda.
“Hakan Albayrak ve Mevlana İdris...”
Kerem, hem Hakan’ı hem de Mevlana’yı gıyaben tanıyordu. Hakan’ın “Delikanlı”sı, ayrıca Yörünge ile İkindi Yazıları’ndaki yazıları; Mevlana’nın yakın zamanda çıkan çocuklarla alakalı şiir kitabı, yine İkindi Yazıları ilk tanışıklığı gerçekleştirmişti.
Onların da Kerem’i yine yazı vasıtasıyla tanıdığı sohbetin daha başında belli oldu. Mevlana, Erdem Beyazıt için Sayha’da yayınlanan yazıyı eleştirirken derginin muntazam olarak Andırın’a geldiğini (Kerem, yakın zamanda Hakkın rahmetine karışan Nedim Ali’ye mektup yazarak Sayha ile İkindi Yazıları’nın adreslere, bir nevi becayiş olarak kesintisin gönderilmesini sağlamış, ayrıca Nedim Ali Sayha’nın birkaç kez tanıtım reklamını yayınlamıştı. Allah rahmet eylesin), fena olmadığını söylüyor. Hakan da Yörünge’de çalışırken çoğu kez gördüğü Sayha hakkında olumlu görüşlerini bildiriyor. Sonra mevzu, gurbette tanışan iki Kayserilinin memleket yarenliğine dönüyor. Yemek yeniyor, çaylar içilip Philip Morris’e biraz daha para kazandırılıyor ve akşam üzeri evli evine köylü köyüne dönüyor.
(Ayrıca bakın: Sayha Sohbetleri – Werner Hugo ve Ben 1 – 2 / Sayha Sayı: 18 / 19 Şubat: 1992 / Mart: 1992)
Hiç yorum yok